A. M. CELAL ŞENGÖR
Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 18 Ocak 2013
Habertürk’te sevgili arkadaşım Murat Bardakçı’nın
yönettiği «Tarihin Arka Odası» adlı programı seeyrederken, Murat bir kez
daha beni şoke etti: Şenay Yüzbaşıoğlu’nun söylediği «Sev kardeşim»
adlı şarkının bestesinin İsrail’li bestekâr Nurit Hirsch’in bir bestesinden çalınma olduğunu belgeledi ve ekledi:
«Türk pop müziği diye bilinen müzikteki bestelerin çoğu çalınmadır!»
Bu beni şoke etti ama, şoke olmamın sebebi bilinçaltında
beklediğim bir şeyin birdenbire gerçek olduğunu öğrenmemdi. Yani
Türkiye’de hoşa giden pek çok şeyin çalınma olduğunu zaten biliyordum.
Ama kesin örnekleri görünce insan derinden de kahroluyor.
Türkiye akademik dünyasında da hırsızlık gırla gider. İkide bir
ortalık intihal iddialarıyla çalkalanmaz, çünkü intihalin sıradan bir
şey olduğu gibi pek korkunç bir hissi toplum kanıksamıştır. Bunun nedeni
bilimi, yaratıcılığı ciddiye almamasıdır. Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının yüzde doksanının bilinçaltında «bilim olsa da olur,
olmasa da olur» inancı vardır. Bu kadar önemsiz (!) bir şeyde hırsızlık
olmuş: Kime ne? Bu hissiyatı bizzat Türkiye’yi yönetenler
paylaşmaktadır. Bilim hırsızlığından üniversiteden atılmış, akademik
unvanı elinden alınmış ve bu kararlar bağımsız bir mahkeme tarafından
tasdik edilmiş bir kişiyi Başbakan üstelik Millî Eğitim Bakanı yaptı,
bir de sıkılmadan üniversiteye yüklendi «Benim arkadaşımın sizin
vereceğiniz unvana ihtiyacı yoktur» diye! Madem öyle, Sayın Bakan o
unvanı almak için neden intihale tevessül etmişti; YÖK yönetimi AKP
yanlısı olur olmaz o unvan sözümona kendisine iade edildi (mahkeme
kararı ve suç delilleri yerlerinde durduğu için tabiî bu «iâde-i itibar»
ın hiçbir itibarı yoktur).
Ancak intihal suçunu işleyen bakan da bu toplumun çocuğudur.
Çalınan besteyi çalan ve okuyana bu kadar itibar edilen bir toplumda
kendisine yüklenilmesinin tek sebebini onun ve başbakanının politik
husumet olarak görmesi doğaldır. Burada görülüyor ki, intihal suçunu
bakan, toplumla paylaşmaktadır ve toplumun en az %50’si kendisini suçlu
bulmamaktadır.
Türkiye’de toplum ahlâkının çok düşük olduğunu burada birkaç
kere yazdım. Şimdi bir örnek daha vereyim. İTÜ’de Asistan Dayanışması
adı altında yapılan bazı yayımları eleştirdiğim ve bir doktoranın altı
seneden fazla sürmemesi gerektiğini savunduğum için, hakkımda internette
bir karalama kampanyası başlattılar. Ne tüccarlığım kaldı, ne öğrencim
olmadığı ne de parayla yayın yaptırdığım. Tabiî bunların ne kadar zırva
olduğunu en küçük bir araştırma dahi gösterebilir. Üstelik bir
üniversitede asistan olan bir kişi bunların zırva olduğunu zaten bilir.
Ama belli ki bu bilgi pek çoğunda yok veya olduğu halde yalan söyleme
yolunu tercih ediyorlar. Bunun sebebi toplumun böyle ahlâksızlıklara
tepki vermemesi, onları boş vermesi, kabullenmesidir.
Balyoz davası hakkında gazete ve televizyonlarda yazılanlardan
ve en son Milli Savunma Bakanımızın ağzından da öğrendiklerimizden
sonra, o davaya bakan savcı ve hâkim heyetine göz göre göre yalan beyanı
kullanarak insanların hürriyetlerini elinden aldıkları, yani adaleti
yok ettikleri için meslekten el çektirilmesi gerekir. En azından uygar
bir ülkede bu böyle olur. Ama Türkiye’de bu kimsenin umurunda bile
olmamıştır. Yalan belgeleri «ortaya çıkaran» gazeteci bir televizyon
kanalında kendisinin bu devletle bir hesabı olduğunu söylemesine rağmen,
kendisi hakkında hiçbir takibat yapılmamış, söylediklerinin Balyoz
davası hakkındaki düşüncelerde yaratması beklenen soru işaretleri
oluşmamıştır.
Sevgili okuyucularım rahmetli Şenay Yüzbaşıoğlu’ndan bir
bakanımızdan, üniversite öğrencilerimiz üzerinden Balyoz’a kadar bizi
getiren bu düşünce zinciri bize şunu göstermekte: Türk halkını «gerçek»
ilgilendirmiyor. Bunun sebebi, yüzyıllardır aldığı «inanç» eğitimidir.
Görmeden, kontrol etmeden, muhakeme kurmadan inanmayı öğrenmiş bir
toplum gerçeği aramaz. Gerçeği aramayan toplumda da size yukarıda
sıraladığım türden rezillikler biribiri ardına gelir ve kimseyi rahatsız
etmez. Tabiî bunun sonu felâkettir, muhterem dostum ve hocam Doğan Kuban’ın
sık sık işaret ettiği gibi tüm Müslüman dünyasının içinde bulunduğu
fecî durumdur. İşte Atatürk hayattaki tek kılavuzu bilim olarak
belirlerken bunu kastediyordu. Buyrun seçin: Bir tarafta sormadan
inanarak yalan içinde rezilane yaşamak, bir tarafta sorgulayarak
emniyette ve onurla yaşamak.