FATMA MÜGE GÖÇEK
ZAMAN-Yorum, 27 Şubat 2011
Son günlerde gazetelerde yer alan sosyolog meslektaşlarım Mesut Yeğen ve Feride Acar arasındaki tartışmayı izledim.
Yeğen'in profesörlük sürecinin detaylarını bilmiyorum. Benim gözlemlerim, genelde Türkiye'deki akademik süreci, özelde de sosyolojide gelişmeleri dışarıdan izleyen bir sosyoloğun yorumlarından ibaret.
Kanımca Türkiye'de sosyoloji biliminin en önemli sorunu, devletle akademik kurumlar arasındaki ilişkinin tarihsel gelişiminden kaynaklanıyor. Batı-tipi yüksek eğitim kurumlarının kurulması ve sosyal bilimlerin Türkiye'ye girişi devlet kontrolünde oluştuğu için akademik özerklik 19. yüzyıldan itibaren çok sınırlı kalmış, bu sınırlar Cumhuriyet'in milliyetçilik ekseni üzerine kurulmasıyla daha da daralmıştır. Buna en önemli örnek, Büşra Ersanlı'nın iktidar ve tarih arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmasıdır. Ersanlı, tarih biliminin Türkiye'de uygulanmasında, devletin bilimsel kongrelere öğretim üyesi vasfı taşımayan birtakım devlet görevlilerini -özellikle siyasetçiler ve askerleri- sokarak sosyal bilimleri nasıl siyasileştirdiğini çok güzel anlatır. Devlet, aynı okullar gibi üniversiteleri de Cumhuriyet ideolojisini halka yaymak için milli bir araç olarak kullanmış, öğretim üyelerini bu süreçte devlet memuru statüsüne indirmiştir. Bu devlet-milliyetçilik-bilim arasındaki örtüşme zaman içinde sistemin doğal bir parçasına dönüşüp, bu sistemi eleştirenler tasfiye edilmeye başlamıştır. Buna en önemli örneği, Mete Çetik'in 1948 Ankara DTCF'den devletin ideolojisine 'aykırı' düşündüklerinden uzaklaştırılan öğretim üyelerini incelediği -cadı kazanı olarak adlandırdığı- çalışması teşkil eder. Tabii 1980 sonrası, özellikle 1981'de YÖK'ün kurulmasıyla üniversitelerde tekrar yapılan temizlik bu örtüşmenin nasıl içselleşip bir tutum-davranışa dönüştüğünü gösterir. Sanırım Türkiye'de 1984'te Bilkent Üniversitesi'nin kurulmasıyla başlayan özel üniversite olgusu, kamusal alanı genişletmenin yanı sıra, devlet-üniversite-bilim arasındaki örtüşmeyi zayıflatmaya başlamıştır. Sistemin dışladığı öğretim üyeleri, örneğin Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif'in yaptığı gibi yurtdışına gitmek yerine, artık Türkiye'de özel üniversitelerde mesleklerini sürdürebilmektedirler.
TEORİDE ÖZERK, PRATİKTE SİYASİ
Yeğen-Acar tartışması bu tarihsel konumda incelendiğinde Yeğen'in atamasının yapılmamasında niçin siyasi neden aradığı daha iyi anlaşılıyor. Bu tür siyasi nedenlerin Türkiye'de devlet üniversitelerini nasıl etkilediğine ben dolaylı olarak şahit oldum. Sözgelimi Ermeni meselesinin tartışılacağı bir konferansa bu konuda bir devlet üniversitesinde çalışan meslektaşımı davet ettiğimde, dekanı konusunu 'uygun' bulmadığı için konferansa katılmasına izin vermedi. Vermemekle de kalmadı, öğretim üyesine kararın siyasi kontrol boyutunu örten, sıhhatiyle ilgili bir özür ileri sürmesini de istedi. Aynı şekilde, birkaç sene sonra Türkiye'de Türk öğretim üyelerinin yine aynı konuda yapmak istedikleri konferans, birçok siyasi engele takıldı ve zorlukla yapılabildi. Enteresandır, teoride Türkiye'deki üniversiteler özerk addedilirken, pratikte özellikle devlet ve/ya hükümet bu kurumlardaki bilgi üretimine karışmakta bir sakınca görmüyor.
Ancak Yeğen-Acar tartışması, yeni bir gelişmeye işaret ediyor. Devlet üniversitelere doğrudan karışmasa bile, üniversitelerde onlarca sene devlet baskısı altında sosyalleşmiş ve dolayısıyla da bu baskıyı içselleştirmiş öğretim üyeleri, aynı baskıyı birbirlerine uygulamaya başlıyorlar. Bu baskının nasıl uygulandığına da ben şahsen Ankara'da sözü geçen üniversitedeki doktora öğrencilerinin eğitimi bağlamında şahit oldum. Öğrencilerin yazdıkları doktora tezlerinde seçmek istedikleri bazı konulardan -örneğin İslam, cinsiyet, maskülinite- nasıl uzaklaştırıldıklarını, her şeye rağmen bu konularda çalışma yapmak isteyenlerin nasıl zorluklardan geçtiğini gördüm. Bu bağlamda izlediğim öğretim üyelerinin tutumları, benim Mesut Yeğen'in şikâyetinin büyük ölçüde doğru olduğu sonucuna varmama yol açıyor.
Üniversiteler, her düşüncenin tartışılıp araştırıldığı laboratuvarlardır. Bu laboratuvarlarda soyut düzeyde güncel, sosyal sorunlar üzerine yapılan çalışmalar, aynı sorunların toplum tarafından somut, sancılı ve yıpratıcı bir şekilde yaşanmasını önler. Ayrıca üniversitelerde özerk düşünce üretimi, öğretim üyelerinin tek tip değil, farklı düşüncelere sahip olmasıyla mümkündür. Dolayısıyla toplumdaki sorunları araştırmayı şiar edinmiş sosyologların, Kürt, Ermeni, İslam, milliyetçilik gibi Türkiye gündemini sürekli işgal eden konular üzerinde çalışmaları doğaldır. Bildiğim kadarıyla Mesut Yeğen, Kürt konusunu Türkiye'de çalışan en önde gelen sosyologdur. Yeğen'in değerlendirilmesi, soyut, bazı kişilerin siyasi görüşleri ekseninde geliştirdikleri kıstaslara göre değil, kendi çalışma alanında, yani Türkiye Kürtlerinin sosyolojisini çalışmış diğer sosyologlarla karşılaştırılarak yapılmalıdır. Ancak anladığım kadarıyla bu yapılmadığı gibi, Yeğen'in çalışmaları kendi doktora tezine dayandığı için eleştirilmektedir. Böyle bir eleştiriyi ilk defa duyuyorum. Doktora tezi, bir öğretim üyesinin ilk akademik çalışmasıdır ve dolayısıyla da daha sonra yaptığı çalışmalar tabii ki bu ilk çalışmasına bir ölçüde dayanmak zorundadır. Öğretim üyesinin sil baştan yaparak başka konular üzerine çalışması beklenemez zira çalışmalarının içeriğini öğretim üyesinin bizzat kendisinin saptaması, en temel hakkı ve özgürlüğüdür. Kaldı ki Yeğen'in çalışmaları zaman içinde incelendiğinde geçirdiği düşünce evrimi barizdir. Kendisinin de belirttiği gibi sonraki çalışmalarında Kürt sorununa değişik açılardan, değişik zaman ve mekân dilimlerinde yaklaşmaktadır. Devlet, hükümet ve hükümran ideolojiye getirdiği eleştiriler de gayet doğal olarak Kürt sorununu çalışmasıyla oluşan bakış açısının sonuçlarıdır. Özetle, çalışmaları kendi içinde böyle teorik ve metodolojik tutarlılık gösteren bu öğretim üyesinin cezalandırılması değil, aksine profesör olarak ödüllendirilmesi gerekir.
ZAMAN-Yorum, 27 Şubat 2011
Son günlerde gazetelerde yer alan sosyolog meslektaşlarım Mesut Yeğen ve Feride Acar arasındaki tartışmayı izledim.
Yeğen'in profesörlük sürecinin detaylarını bilmiyorum. Benim gözlemlerim, genelde Türkiye'deki akademik süreci, özelde de sosyolojide gelişmeleri dışarıdan izleyen bir sosyoloğun yorumlarından ibaret.
Kanımca Türkiye'de sosyoloji biliminin en önemli sorunu, devletle akademik kurumlar arasındaki ilişkinin tarihsel gelişiminden kaynaklanıyor. Batı-tipi yüksek eğitim kurumlarının kurulması ve sosyal bilimlerin Türkiye'ye girişi devlet kontrolünde oluştuğu için akademik özerklik 19. yüzyıldan itibaren çok sınırlı kalmış, bu sınırlar Cumhuriyet'in milliyetçilik ekseni üzerine kurulmasıyla daha da daralmıştır. Buna en önemli örnek, Büşra Ersanlı'nın iktidar ve tarih arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmasıdır. Ersanlı, tarih biliminin Türkiye'de uygulanmasında, devletin bilimsel kongrelere öğretim üyesi vasfı taşımayan birtakım devlet görevlilerini -özellikle siyasetçiler ve askerleri- sokarak sosyal bilimleri nasıl siyasileştirdiğini çok güzel anlatır. Devlet, aynı okullar gibi üniversiteleri de Cumhuriyet ideolojisini halka yaymak için milli bir araç olarak kullanmış, öğretim üyelerini bu süreçte devlet memuru statüsüne indirmiştir. Bu devlet-milliyetçilik-bilim arasındaki örtüşme zaman içinde sistemin doğal bir parçasına dönüşüp, bu sistemi eleştirenler tasfiye edilmeye başlamıştır. Buna en önemli örneği, Mete Çetik'in 1948 Ankara DTCF'den devletin ideolojisine 'aykırı' düşündüklerinden uzaklaştırılan öğretim üyelerini incelediği -cadı kazanı olarak adlandırdığı- çalışması teşkil eder. Tabii 1980 sonrası, özellikle 1981'de YÖK'ün kurulmasıyla üniversitelerde tekrar yapılan temizlik bu örtüşmenin nasıl içselleşip bir tutum-davranışa dönüştüğünü gösterir. Sanırım Türkiye'de 1984'te Bilkent Üniversitesi'nin kurulmasıyla başlayan özel üniversite olgusu, kamusal alanı genişletmenin yanı sıra, devlet-üniversite-bilim arasındaki örtüşmeyi zayıflatmaya başlamıştır. Sistemin dışladığı öğretim üyeleri, örneğin Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif'in yaptığı gibi yurtdışına gitmek yerine, artık Türkiye'de özel üniversitelerde mesleklerini sürdürebilmektedirler.
TEORİDE ÖZERK, PRATİKTE SİYASİ
Yeğen-Acar tartışması bu tarihsel konumda incelendiğinde Yeğen'in atamasının yapılmamasında niçin siyasi neden aradığı daha iyi anlaşılıyor. Bu tür siyasi nedenlerin Türkiye'de devlet üniversitelerini nasıl etkilediğine ben dolaylı olarak şahit oldum. Sözgelimi Ermeni meselesinin tartışılacağı bir konferansa bu konuda bir devlet üniversitesinde çalışan meslektaşımı davet ettiğimde, dekanı konusunu 'uygun' bulmadığı için konferansa katılmasına izin vermedi. Vermemekle de kalmadı, öğretim üyesine kararın siyasi kontrol boyutunu örten, sıhhatiyle ilgili bir özür ileri sürmesini de istedi. Aynı şekilde, birkaç sene sonra Türkiye'de Türk öğretim üyelerinin yine aynı konuda yapmak istedikleri konferans, birçok siyasi engele takıldı ve zorlukla yapılabildi. Enteresandır, teoride Türkiye'deki üniversiteler özerk addedilirken, pratikte özellikle devlet ve/ya hükümet bu kurumlardaki bilgi üretimine karışmakta bir sakınca görmüyor.
Ancak Yeğen-Acar tartışması, yeni bir gelişmeye işaret ediyor. Devlet üniversitelere doğrudan karışmasa bile, üniversitelerde onlarca sene devlet baskısı altında sosyalleşmiş ve dolayısıyla da bu baskıyı içselleştirmiş öğretim üyeleri, aynı baskıyı birbirlerine uygulamaya başlıyorlar. Bu baskının nasıl uygulandığına da ben şahsen Ankara'da sözü geçen üniversitedeki doktora öğrencilerinin eğitimi bağlamında şahit oldum. Öğrencilerin yazdıkları doktora tezlerinde seçmek istedikleri bazı konulardan -örneğin İslam, cinsiyet, maskülinite- nasıl uzaklaştırıldıklarını, her şeye rağmen bu konularda çalışma yapmak isteyenlerin nasıl zorluklardan geçtiğini gördüm. Bu bağlamda izlediğim öğretim üyelerinin tutumları, benim Mesut Yeğen'in şikâyetinin büyük ölçüde doğru olduğu sonucuna varmama yol açıyor.
Üniversiteler, her düşüncenin tartışılıp araştırıldığı laboratuvarlardır. Bu laboratuvarlarda soyut düzeyde güncel, sosyal sorunlar üzerine yapılan çalışmalar, aynı sorunların toplum tarafından somut, sancılı ve yıpratıcı bir şekilde yaşanmasını önler. Ayrıca üniversitelerde özerk düşünce üretimi, öğretim üyelerinin tek tip değil, farklı düşüncelere sahip olmasıyla mümkündür. Dolayısıyla toplumdaki sorunları araştırmayı şiar edinmiş sosyologların, Kürt, Ermeni, İslam, milliyetçilik gibi Türkiye gündemini sürekli işgal eden konular üzerinde çalışmaları doğaldır. Bildiğim kadarıyla Mesut Yeğen, Kürt konusunu Türkiye'de çalışan en önde gelen sosyologdur. Yeğen'in değerlendirilmesi, soyut, bazı kişilerin siyasi görüşleri ekseninde geliştirdikleri kıstaslara göre değil, kendi çalışma alanında, yani Türkiye Kürtlerinin sosyolojisini çalışmış diğer sosyologlarla karşılaştırılarak yapılmalıdır. Ancak anladığım kadarıyla bu yapılmadığı gibi, Yeğen'in çalışmaları kendi doktora tezine dayandığı için eleştirilmektedir. Böyle bir eleştiriyi ilk defa duyuyorum. Doktora tezi, bir öğretim üyesinin ilk akademik çalışmasıdır ve dolayısıyla da daha sonra yaptığı çalışmalar tabii ki bu ilk çalışmasına bir ölçüde dayanmak zorundadır. Öğretim üyesinin sil baştan yaparak başka konular üzerine çalışması beklenemez zira çalışmalarının içeriğini öğretim üyesinin bizzat kendisinin saptaması, en temel hakkı ve özgürlüğüdür. Kaldı ki Yeğen'in çalışmaları zaman içinde incelendiğinde geçirdiği düşünce evrimi barizdir. Kendisinin de belirttiği gibi sonraki çalışmalarında Kürt sorununa değişik açılardan, değişik zaman ve mekân dilimlerinde yaklaşmaktadır. Devlet, hükümet ve hükümran ideolojiye getirdiği eleştiriler de gayet doğal olarak Kürt sorununu çalışmasıyla oluşan bakış açısının sonuçlarıdır. Özetle, çalışmaları kendi içinde böyle teorik ve metodolojik tutarlılık gösteren bu öğretim üyesinin cezalandırılması değil, aksine profesör olarak ödüllendirilmesi gerekir.