EMRAH GÖKER
BirGün, 19 Şubat 2011
Son iki hafta saha çalışmalarımız sırasında yazmaya vakit ayıramadım: Akademide karakter çürümesinin anlatımına, görünürlük oyununun büyüsüne kapılmış ersatz akademisyenlerin öyküsü ile devam etmek istemiştim. Ancak bu hafta araya daha önemli bir başka olay girdi ve çürüme bahsinin farklı bir boyutunu konu etmeye vesile oldu.
ODTÜ Sosyoloji’den ayrıldıktan sonra İstanbul Şehir Üniversitesi’nde araştırma yapmaya ve ders vermeye devam eden Prof. Dr. Mesut Yeğen, 13 Şubat Pazar günü Radikal İki’de “Nasıl Profesör Olunur?” başlıklı bir yazı yazdı. (İnternet’te okuyabilecekler için kısaltılmış linki: http://bit.ly/gwbliK) 2007’de profesörlük başvurusunun ODTÜ yönetimince reddedilmesinden bugüne kadarki süreci anlatıyor Sevgili Mesut. Red kararına karşı açtığı dava sayesinde çoğuna eriştiği belgeler ve herhangi bir şekilde belgelenemeyecek deneyimleri üzerinden, Türkiye’de pek çok akademisyenin başına gelebilecek (ortaya çıkmamış öykülerin hayli fazla olduğu fikrindeyim) bir ayrımcılık örneğini paylaşmış. Yarın (20 Şubat) olayın kalan ayrıntılarını aktarmaya devam edecek. Bu köşeyi okuyanlar arasında akademik kariyer planlayan genç araştırmacılar varsa tartışmayı özellikle izlesinler. Sanıyorum Mesut’un ismini verdiği, ayrımcılık mekanizmasının aksamını çalıştırmış kişilerden (veya belki doğrudan ODTÜ Rektörlüğü’nden) tepkiler, cevaplar da gelecektir.
Çok kısa, Mesut’un anlattıklarını özetleyeyim.
Haziran 2006’da ilan edilen profesörlük kadrosuna, ODTÜ’nün şart koştuğu kriterleri fazlasıyla yerine getirmiş olarak başvuruyor Mesut. Birçok başka başvuru birkaç ay içinde sonuca bağlanırken, kendi başvurusunun sonucunu 16 ay boyunca öğrenemiyor. Ekim 2007’de profesörlüğe atanmayacağı bildiriliyor. Bu 16 ay zarfında nasıl bir jüri seçimi yapıldığını, jürinin nasıl çalıştığını, kendisini hangi kriterlerle değerlendirdiklerini, sonradan, karara karşı açtığı dava sürecinde sunulan belgelerden öğreniyor.
Dışlama mekanizması şöyle çalıştırılmış gözüküyor: Sosyoloji Bölümü, daha önce bölümün benzer değerlendirmelerinde görevlendirilmiş 10 jüri ismini, önceki bürokratik alışkanlıklara uyarak, Rektörlüğe önermiş. Ancak Rektörlük, bu listeden 5 kişi seçmek yerine, ayrı bir liste oluşturmuş. Yeni 8 isim bulmuş, bir tanesi bile ODTÜ Sosyoloji profesörleri arasından değil. Bu 8 kişi içinden jüri olarak atanan 5 profesör, Mesut’un engellenmesini garantilemek için seçilmiş gözüküyor. Biri onu profesörlüğe uygun görmüş, diğer dördü (ODTÜ Siyaset Bilimi’nden Ayşe Ayata ve Feride Acar, Gazi İletişim’den Korkmaz Alemdar, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji’den Mustafa Erkal) raporlarında “yetersiz” hükmü vermiş.
Mesut yazısında inceleme fırsatı bulduğu bu 4 jüri raporunun da temelsiz, özensizce pişirilmiş yargılar içerdiğini tartışıyor. Raporların Mesut’un bilimsel üretimini yargılama biçiminden, özellikle Aydınlar Ocağı başkanı Mustafa Erkal’ın etnik-ayrımcı önyargılar içeren yorumlarından, hükmün önceden verildiği, raporların hükmü gerekçelendirmek için hazırlandığı anlaşılıyor. Mesut’un bilimsel liyâkatı değil, ODTÜ’deki muktedirlere biat etmeyişi ve Kürt meselesine dair aldığı “devlete sadakatsiz” (Erkal’ın raporundaki tabiri) pozisyonlar yargılanmış.
Kurumsal ayrımcılık örneklerinde, özellikle üniversite içinde yaşananlarında, ayrımcı kanaatlere sahip olan ve eyleme geçen bireyleri tespit etmek ve ayrımcı önyargılarla hareket ettiklerini ispatlamak çok zordur. Nitekim Mesut’u neredeyse bir mobbing mağduruna dönüştüren, ODTÜ’de kalmasını zorlaştıran süreç içinde mahkeme gayri-hukuki bir iş yapılmadığına hükmetmiş. CHP’nin ODTÜ teşkilâtına dâhil veya yakın olan akademisyenlerin, anti-Kemalist bir Kürt olan Mesut gibi isimleri akademik nüfuz mücadelesinde dışlamak istemeleri, bu köşede çeşitli boyutlarını tartışmaya çalıştığım karakter çürümesinin emârelerinden biri. Politik çehresi değişebilse bile, benzer çekişmeler ve sonucunda yaratılan mağduriyetler Türkiye’de yaygın.
Bu ODTÜ örneğinde, bilimsel yetkinliğin her fırsatta dışlama adına hiçe sayılması değil mevzu. Karanlık Taraf’a geçtiği veya sesini çıkarmadığı sürece sorun yaşamadan işini yapabilen bir akademisyen çoğunluğu var, ki hemen her üniversitede durum benzer. (Mesut, kuyu başını tutmuş muktedirlere karşı sesini çıkaramayan meslektaşlarına, ODTÜ’deki ofisinin kapısına astığı “korku ruhu yer bitirir” aforizmasıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, beyhude.) Akademik oyunun doğallaştırılmış ve çürümüş hallerine karşı güçlü bir tehdit iseniz, kurumsal ayrımcılık aksamı işe koşulabiliyor. Bu aksam, pek çok eyleyicinin rol aldığı, kolektif bir çerçevede çalıştığı için (Kafka’nın Dava’sı gibi) ayrımcı olduğunu ispatlaması kolay değil.
Dönemin rektörü Ural Akbulut, CHP’ye yakın bir isim. CHP Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş’in kardeşi Ayşe Ayata’nın ODTÜ Sosyoloji’de profesör olan eşi Sencer Ayata, PM üyesi. Şimdiki rektör, dönemin rektör yardımcısı Ahmet Acar ve eşi Feride Acar da, bu iktidar bloğunun merkez isimleri. Bloğa dahil başka bölümler, iliştirilmiş geniş bir yardımcı doçent, doktora ve yükseklisans öğrencisi kitlesine işaret edilebilir. Zaten ODTÜ’den taşan ve başka üniversitelerin bölümlerini de içeren bir ilişki örüntüsü söz konusu. Benzer nüveleri başka parti veya ideolojilere eklemlenmiş olarak Türkiye’nin her yerinde bulmak mümkün.
Bir kişinin akademik mücadeleler içindeki öznel öyküsünü niye önemseyelim? Tek bir öykünün ayrıntıları, başka bir sürü üniversitede de çalıştırılan bir dışlama mekanizmasına dair ipuçları veriyor. Bu tür öykülerin kamuda tartışılması yaygınlaşmalı. Akademi dışından bakan bir gözlemci olarak, bu mekanizmayı ifşa edip üniversitelerden sökecek iradenin, Kemalist YÖK’ün arızalarını yeniden üretmekte olan Abdülhamidist YÖK’te bulunmadığı fikrindeyim. Rehâvete gömülmüş olanları bir tarafa, bilimsel özerklikleri için mücadele etmekte kararlı olan akademisyenlerin kendi kolektiflerini oluşturması gerekiyor. (istifhanem.com)
Son iki hafta saha çalışmalarımız sırasında yazmaya vakit ayıramadım: Akademide karakter çürümesinin anlatımına, görünürlük oyununun büyüsüne kapılmış ersatz akademisyenlerin öyküsü ile devam etmek istemiştim. Ancak bu hafta araya daha önemli bir başka olay girdi ve çürüme bahsinin farklı bir boyutunu konu etmeye vesile oldu.
ODTÜ Sosyoloji’den ayrıldıktan sonra İstanbul Şehir Üniversitesi’nde araştırma yapmaya ve ders vermeye devam eden Prof. Dr. Mesut Yeğen, 13 Şubat Pazar günü Radikal İki’de “Nasıl Profesör Olunur?” başlıklı bir yazı yazdı. (İnternet’te okuyabilecekler için kısaltılmış linki: http://bit.ly/gwbliK) 2007’de profesörlük başvurusunun ODTÜ yönetimince reddedilmesinden bugüne kadarki süreci anlatıyor Sevgili Mesut. Red kararına karşı açtığı dava sayesinde çoğuna eriştiği belgeler ve herhangi bir şekilde belgelenemeyecek deneyimleri üzerinden, Türkiye’de pek çok akademisyenin başına gelebilecek (ortaya çıkmamış öykülerin hayli fazla olduğu fikrindeyim) bir ayrımcılık örneğini paylaşmış. Yarın (20 Şubat) olayın kalan ayrıntılarını aktarmaya devam edecek. Bu köşeyi okuyanlar arasında akademik kariyer planlayan genç araştırmacılar varsa tartışmayı özellikle izlesinler. Sanıyorum Mesut’un ismini verdiği, ayrımcılık mekanizmasının aksamını çalıştırmış kişilerden (veya belki doğrudan ODTÜ Rektörlüğü’nden) tepkiler, cevaplar da gelecektir.
Çok kısa, Mesut’un anlattıklarını özetleyeyim.
Haziran 2006’da ilan edilen profesörlük kadrosuna, ODTÜ’nün şart koştuğu kriterleri fazlasıyla yerine getirmiş olarak başvuruyor Mesut. Birçok başka başvuru birkaç ay içinde sonuca bağlanırken, kendi başvurusunun sonucunu 16 ay boyunca öğrenemiyor. Ekim 2007’de profesörlüğe atanmayacağı bildiriliyor. Bu 16 ay zarfında nasıl bir jüri seçimi yapıldığını, jürinin nasıl çalıştığını, kendisini hangi kriterlerle değerlendirdiklerini, sonradan, karara karşı açtığı dava sürecinde sunulan belgelerden öğreniyor.
Dışlama mekanizması şöyle çalıştırılmış gözüküyor: Sosyoloji Bölümü, daha önce bölümün benzer değerlendirmelerinde görevlendirilmiş 10 jüri ismini, önceki bürokratik alışkanlıklara uyarak, Rektörlüğe önermiş. Ancak Rektörlük, bu listeden 5 kişi seçmek yerine, ayrı bir liste oluşturmuş. Yeni 8 isim bulmuş, bir tanesi bile ODTÜ Sosyoloji profesörleri arasından değil. Bu 8 kişi içinden jüri olarak atanan 5 profesör, Mesut’un engellenmesini garantilemek için seçilmiş gözüküyor. Biri onu profesörlüğe uygun görmüş, diğer dördü (ODTÜ Siyaset Bilimi’nden Ayşe Ayata ve Feride Acar, Gazi İletişim’den Korkmaz Alemdar, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji’den Mustafa Erkal) raporlarında “yetersiz” hükmü vermiş.
Mesut yazısında inceleme fırsatı bulduğu bu 4 jüri raporunun da temelsiz, özensizce pişirilmiş yargılar içerdiğini tartışıyor. Raporların Mesut’un bilimsel üretimini yargılama biçiminden, özellikle Aydınlar Ocağı başkanı Mustafa Erkal’ın etnik-ayrımcı önyargılar içeren yorumlarından, hükmün önceden verildiği, raporların hükmü gerekçelendirmek için hazırlandığı anlaşılıyor. Mesut’un bilimsel liyâkatı değil, ODTÜ’deki muktedirlere biat etmeyişi ve Kürt meselesine dair aldığı “devlete sadakatsiz” (Erkal’ın raporundaki tabiri) pozisyonlar yargılanmış.
Kurumsal ayrımcılık örneklerinde, özellikle üniversite içinde yaşananlarında, ayrımcı kanaatlere sahip olan ve eyleme geçen bireyleri tespit etmek ve ayrımcı önyargılarla hareket ettiklerini ispatlamak çok zordur. Nitekim Mesut’u neredeyse bir mobbing mağduruna dönüştüren, ODTÜ’de kalmasını zorlaştıran süreç içinde mahkeme gayri-hukuki bir iş yapılmadığına hükmetmiş. CHP’nin ODTÜ teşkilâtına dâhil veya yakın olan akademisyenlerin, anti-Kemalist bir Kürt olan Mesut gibi isimleri akademik nüfuz mücadelesinde dışlamak istemeleri, bu köşede çeşitli boyutlarını tartışmaya çalıştığım karakter çürümesinin emârelerinden biri. Politik çehresi değişebilse bile, benzer çekişmeler ve sonucunda yaratılan mağduriyetler Türkiye’de yaygın.
Bu ODTÜ örneğinde, bilimsel yetkinliğin her fırsatta dışlama adına hiçe sayılması değil mevzu. Karanlık Taraf’a geçtiği veya sesini çıkarmadığı sürece sorun yaşamadan işini yapabilen bir akademisyen çoğunluğu var, ki hemen her üniversitede durum benzer. (Mesut, kuyu başını tutmuş muktedirlere karşı sesini çıkaramayan meslektaşlarına, ODTÜ’deki ofisinin kapısına astığı “korku ruhu yer bitirir” aforizmasıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, beyhude.) Akademik oyunun doğallaştırılmış ve çürümüş hallerine karşı güçlü bir tehdit iseniz, kurumsal ayrımcılık aksamı işe koşulabiliyor. Bu aksam, pek çok eyleyicinin rol aldığı, kolektif bir çerçevede çalıştığı için (Kafka’nın Dava’sı gibi) ayrımcı olduğunu ispatlaması kolay değil.
Dönemin rektörü Ural Akbulut, CHP’ye yakın bir isim. CHP Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş’in kardeşi Ayşe Ayata’nın ODTÜ Sosyoloji’de profesör olan eşi Sencer Ayata, PM üyesi. Şimdiki rektör, dönemin rektör yardımcısı Ahmet Acar ve eşi Feride Acar da, bu iktidar bloğunun merkez isimleri. Bloğa dahil başka bölümler, iliştirilmiş geniş bir yardımcı doçent, doktora ve yükseklisans öğrencisi kitlesine işaret edilebilir. Zaten ODTÜ’den taşan ve başka üniversitelerin bölümlerini de içeren bir ilişki örüntüsü söz konusu. Benzer nüveleri başka parti veya ideolojilere eklemlenmiş olarak Türkiye’nin her yerinde bulmak mümkün.
Bir kişinin akademik mücadeleler içindeki öznel öyküsünü niye önemseyelim? Tek bir öykünün ayrıntıları, başka bir sürü üniversitede de çalıştırılan bir dışlama mekanizmasına dair ipuçları veriyor. Bu tür öykülerin kamuda tartışılması yaygınlaşmalı. Akademi dışından bakan bir gözlemci olarak, bu mekanizmayı ifşa edip üniversitelerden sökecek iradenin, Kemalist YÖK’ün arızalarını yeniden üretmekte olan Abdülhamidist YÖK’te bulunmadığı fikrindeyim. Rehâvete gömülmüş olanları bir tarafa, bilimsel özerklikleri için mücadele etmekte kararlı olan akademisyenlerin kendi kolektiflerini oluşturması gerekiyor. (istifhanem.com)