BirGün, 8 Ocak 2011
Bugünkü Birgün Kitap’ta kaçırmayın: Fizik ve matematik gibi disiplinler özelinde ve Türkiye akademisinde kurumsallaşmış arızalara vurgu yaparak, sevgili Baybars Külebi ve arkadaşları bilimde intihal ve ahlâksızlık hakkında vurucu bir dosya hazırladılar. İşaret ettikleri çürümenin Türkiye’de benzer formlarıyla sosyal bilimlerde, ama çok daha köklü biçimde tıpta da geçerli olduğunu düşünüyorum.
Avrupa’da ve Türkiye’de üniversitelerin durumu, akademisyenlerin ve öğrencilerin varoluş koşulları ve talepleri bugünlerde güçlü bir şekilde politik gündeme girdi. Politik strateji tartışmaları kadar, umuyorum ki tartışılan meseleler üzerine bilimsel çalışmalar da yapılır. Çürümenin, ataletin, yozlaşmanın derinliği ile çökmüş karanlık umut kırıcı olabilir. Ama yine de, akademisyenlerin önünde, çoğu zaman suda balık misâli çalıştıkları için yanlış-tanıdıkları kendi dünyaları ile ciddi bir yüzleşme fırsatı da var. Pierre Bourdieu 1984’te Homo Academicus’u yayımladığında söze şöyle başlamıştı: Akademisyenler kendileri hakkında, demişti, dünyayı çalışmak için kullandıkları araçları kullanarak bilgi üretilmesinden hiç hoşlanmazlar. Bugün bize böyle hoşa gitmeyecek, rahatsız edecek çalışmalar lazım.
Bilimde hırsızlık ve üçkâğıtçılık hakkında Ek’te okuyacağınız yazıları ve bu sorun alanlarından esinlenerek bu hafta deşmek istediğim konuları birleştiren bir hat var. Akademi alanındaki sorunların ciddi bir kısmını kesen, en azından bu sorunları düşünmeyi kolaylaştıran bir kavram/süreç olarak, “karakter çürümesi”.
ABD’li sosyolog Richard Sennett’ın 1998 tarihli çalışması (Barış Yıldırım çevirisiyle 2002’de yayımlandı, 2010’da 4. baskısını yapmış) Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri’nden bahsediyorum. Türkiye’de üniversite yapısı içinde ciddi politik-ekonomik dönüşümler geçirmekte olan akademik çalışma yaşamı, boyunduruk altına aldığı insanlarda bu aşınma/çürüme etkisini yaratıyor. Sennett, “iş” dediğimiz mecranın yeni kapitalizm döneminde çalışanların kişiliklerini nasıl bozunuma uğrattığını daha bilindik iş kollarındaki durumu gözlemleyerek aktarmıştı. Üniversite de, hizmet üretim sektörünün önemli bir parçası olarak Sennett’ın izini sürdüğü esnekleşme ve hızlı üretim süreçleri ile içiçe geçmiş durumda.
Çürümeden çalışma yaşamında varolan hepimizin, çalışan veya işveren olalım, muzdarip olduğunu anımsatmalı. Sennett kişiliğin maruz kaldığı yıpranmayı, “önceden saf ve temizken Yeni Ekonomi altında vahşi, aşağılık, kötücül biri olmak” anlamında incelemiyor. Akademi içindeki çalışma koşullarında da, çürümenin farklı formlarını tanımlamak mümkün.
Alman klâsik sosyal biliminin kurucu figürlerinden Max Weber’in 1918’de “Meslek Olarak Bilim” adlı ünlü bir konuşması vardır. Alman üniversitesinin Amerikanlaşması koşullarında bilim insanının ne tür bir meslek etiğine sahip olması gerektiğini anlatır. Araştırma ve öğretme işinde, sonradan “sorumluluk etiği” diyeceği bir yatkınlığı savunur: Weber’e göre bilim insanı, kendi eylemlerinin alan içindeki etkilerinin hesabını vermeli, doğru bildiğini zorla dayatmaktan sakınmalı, en azından kendini, yargılarını başkalarına dayatırken yakalayabilecek kadar zanaatine hâkim olmalıdır.
Neredeyse 100 yıl sonra, Yeni Ekonomi rejimi içinde, bilgi üretiminin insanlarla temas edebilen, onlara hemdert olabilen bir zanaat olmaktan çok “Rızk Kapısı Olarak Bilim” biçimini aldığını söyleyebiliriz. Sorun elbette ki bilgi üreterek geçim sağlamakta değil. Sorun, akademi alanındaki hiyerarşiler içinde kimi oyuncuların “azık dağıtıcısı”, kimilerinin de bilimsel merak ve heyecan hariç türlü kârlar peşinde “azık toplayıcısı” haline gelmelerinde. Yani rızkı, dinî anlamıyla, “bahşedilen şey” olarak akademik çalışma yaşamı için düşünmeyi öneriyorum. Sadece kazanılan paradan bahsetmiyorum – TV’ye çıkıp görüntülü olabilmek, iktidara “stratejik düşünce” tedarik edebilmek, bilimsel yeteneksizliğini idari görevle örtebilmek, işini astına yaptırabilmek, hızlı yayın yapmayı öğrenmek, saygınlık kazanmak... Bunlar da rızk kapısında sahip olunabilecek şeyler.
Ama üniversite içinde “azık toplayıcısı” pozisyonuna mahkum edilenlerin çoğu, son saydığım türden kârlara erişemeyecek kadar yoksunlaştırılmış durumdalar. ABD’deki doktora ve post-doktora pozisyonları hakkında The Economist dergisinde Aralık 2010’da yayımlanan bir inceleme, “öğretme” işinin, giderek daha ağırlıklı olarak, çalışma saatleri belli olmayan, iş yükü ve idarî angaryası fazla olan ucuz doktora öğrencisi emeğine yaptırıldığını gösteriyor. Bugün Yale Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan bir doktora öğrencisi yılda 9 ay, aylık yaklaşık 2.000 dolar kazanabilirken ABD’de iş güvencesi olan bir profesörün aylık ortalama ücreti 9.000 doların üzerinde. Kanada’da post-doktora pozisyonunda öğretim üyesi olan gençlerin % 80’i yılda yaklaşık 38.000 dolar alıyorlar, Kanada koşullarında bir inşaat işçisinin yıllık kazancı da bu kadar.
The Chronicle of Higher Education adlı, ABD’de çıkan bir yükseköğretim dergisindeki Temmuz 2010 tarihli bir başka analize dikkat çekeyim. Burada 3-4 sene süren düşük ücretli post-doktora “zorunlu hizmeti” sonrasında bile, akademik pozisyonların çoğunun iş güvencesi olmadığı gösteriliyordu. ABD’de 1975’te İngilizce “tenure-track” terimiyle anılan, sahibine “devlet memuriyet kadrosu” benzeri bir iş güvencesi sağlayan pozisyonlar, tüm pozisyonların % 56.8’i kadardı (yarı-zamanlı pozisyonlar % 30.2). 2007’de bu güvenceli akademik pozisyonların oranı % 31.2’ye geriledi. Yarı-zamanlı, sözleşmesi çoğu kez 1 yıllık olan “yarın ne olacağı belirsiz” pozisyonlar, emek piyasasının % 50.3’ünü kaplıyor.
Türkiye’de ise üniversite sayısı arttıkça (2015’e kadar 200’ü geçebilir) doktora derecesi üretimine olan talep de kısa vadede artabilir. YÖK, bu kadar üniversitede ortalama bir eğitim standardı tutturabilmek için üretilen doktora derecelerinin dağıtımını daha sıkı kontrol eden otoriter bir “piyasa düzenleyici” rolü de üstleniyor. Uzun yıllardır ilk ve ortaöğretim öğretmenlerinin meslek tecrübelerinin tanımlayıcı bir unsuru haline gelmiş “taşraya tıkılı kalmak” ve “ilk fırsatta taşradan kaçmak”, artık güvencesiz genç akademisyenin de baş etmeyi öğreneceği yatkınlıklar.
Akademik karakterin çürümesinin diğer önemli boyutu, bugünkü dosyada güçlü bir şekilde işlendi: Hem üniversitenin icraat profili için, hem de akademisyenin performans profili (ulusal ve uluslararası fonlara başvururken “bilimsellik” portfolyosunun da güçlü olması gerekiyor) ve işini kaybetmemesi için, “hızlı yayın üretimi” gerekiyor. Bilimde hırsızlığın, ya da hukuken intihal denemeyecek türden üçkağıtların akademide yaygınlaşması da aşınmanın bir başka boyutu.
Karakteri çürüten birkaç uygulamayı anabiliriz: Sosyal bilimlerde, taşra üniversitelerinin kendi kendine gelin-güvey küçük yayın cemaatleri içinde azık kotasını dolduran niteliksiz yüzlerce yayın yapılması. Daha prestijli üniversitelerden vasat uluslararası dergilere yollanan yazıların “Türkiye’de şunlar bunlar oldu” diyen jurnalcilik havasında, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun deyişiyle “her nabza şerbet verebilecek renksiz bir uğultu” tutturan makaleler olması. Revaçta olan jargonun serpiştirildiği tebliğlerle yapılan uluslararası akademik turizm. Doktora öğrencilerine savunma öncesinde “hakemli dergi yayını” zorunluluğu dayatmak, bu kuralı makalelere sıfır katkısı olan tez danışmanlarını ikinci yazar olarak iliştirip yayın artırmak için sömürmek. Yurtdışındaki öğrencisinin yükseklisans tezinin bölümlerinden araklayıp yayın yapmak. Yayın yapmayı hepten bırakıp, itibarını TV kanaat teknisyenliğiyle kurmak.
Doktora öğrencisinden profesöre, Yeni Ekonomi rejimi akademisyenin ruhunu kemiriyor. Çalışma koşullarının yalnızlaştırıcı, güvensizleştirici, belirsizleştirici etkisi akademik karakteri çürütüyor: Bilimde hırsızlık, rakip görülen meslektaşa mobbing, sırf teşvik ikramiyesi için yayın, idari görevi kötüye kullanma, döner sermaye için türlü cinlikler, öğrenciyi yaz okulunda da söğüşlemek için başarısızlığa zorlama, cinsel tâciz, tembellik, ayrımcılık...
Akademik çalışma yaşamında kişiliğin aşınması derinlere nüfuz etmiş bir süreç. Bu alan içindeki çürümeyi hemen durduramayacağız. Ama neyin çürüdüğünün ayırdına vararak işe başlayabiliriz. (istifhanem.com)
Avrupa’da ve Türkiye’de üniversitelerin durumu, akademisyenlerin ve öğrencilerin varoluş koşulları ve talepleri bugünlerde güçlü bir şekilde politik gündeme girdi. Politik strateji tartışmaları kadar, umuyorum ki tartışılan meseleler üzerine bilimsel çalışmalar da yapılır. Çürümenin, ataletin, yozlaşmanın derinliği ile çökmüş karanlık umut kırıcı olabilir. Ama yine de, akademisyenlerin önünde, çoğu zaman suda balık misâli çalıştıkları için yanlış-tanıdıkları kendi dünyaları ile ciddi bir yüzleşme fırsatı da var. Pierre Bourdieu 1984’te Homo Academicus’u yayımladığında söze şöyle başlamıştı: Akademisyenler kendileri hakkında, demişti, dünyayı çalışmak için kullandıkları araçları kullanarak bilgi üretilmesinden hiç hoşlanmazlar. Bugün bize böyle hoşa gitmeyecek, rahatsız edecek çalışmalar lazım.
Bilimde hırsızlık ve üçkâğıtçılık hakkında Ek’te okuyacağınız yazıları ve bu sorun alanlarından esinlenerek bu hafta deşmek istediğim konuları birleştiren bir hat var. Akademi alanındaki sorunların ciddi bir kısmını kesen, en azından bu sorunları düşünmeyi kolaylaştıran bir kavram/süreç olarak, “karakter çürümesi”.
ABD’li sosyolog Richard Sennett’ın 1998 tarihli çalışması (Barış Yıldırım çevirisiyle 2002’de yayımlandı, 2010’da 4. baskısını yapmış) Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri’nden bahsediyorum. Türkiye’de üniversite yapısı içinde ciddi politik-ekonomik dönüşümler geçirmekte olan akademik çalışma yaşamı, boyunduruk altına aldığı insanlarda bu aşınma/çürüme etkisini yaratıyor. Sennett, “iş” dediğimiz mecranın yeni kapitalizm döneminde çalışanların kişiliklerini nasıl bozunuma uğrattığını daha bilindik iş kollarındaki durumu gözlemleyerek aktarmıştı. Üniversite de, hizmet üretim sektörünün önemli bir parçası olarak Sennett’ın izini sürdüğü esnekleşme ve hızlı üretim süreçleri ile içiçe geçmiş durumda.
Çürümeden çalışma yaşamında varolan hepimizin, çalışan veya işveren olalım, muzdarip olduğunu anımsatmalı. Sennett kişiliğin maruz kaldığı yıpranmayı, “önceden saf ve temizken Yeni Ekonomi altında vahşi, aşağılık, kötücül biri olmak” anlamında incelemiyor. Akademi içindeki çalışma koşullarında da, çürümenin farklı formlarını tanımlamak mümkün.
Alman klâsik sosyal biliminin kurucu figürlerinden Max Weber’in 1918’de “Meslek Olarak Bilim” adlı ünlü bir konuşması vardır. Alman üniversitesinin Amerikanlaşması koşullarında bilim insanının ne tür bir meslek etiğine sahip olması gerektiğini anlatır. Araştırma ve öğretme işinde, sonradan “sorumluluk etiği” diyeceği bir yatkınlığı savunur: Weber’e göre bilim insanı, kendi eylemlerinin alan içindeki etkilerinin hesabını vermeli, doğru bildiğini zorla dayatmaktan sakınmalı, en azından kendini, yargılarını başkalarına dayatırken yakalayabilecek kadar zanaatine hâkim olmalıdır.
Neredeyse 100 yıl sonra, Yeni Ekonomi rejimi içinde, bilgi üretiminin insanlarla temas edebilen, onlara hemdert olabilen bir zanaat olmaktan çok “Rızk Kapısı Olarak Bilim” biçimini aldığını söyleyebiliriz. Sorun elbette ki bilgi üreterek geçim sağlamakta değil. Sorun, akademi alanındaki hiyerarşiler içinde kimi oyuncuların “azık dağıtıcısı”, kimilerinin de bilimsel merak ve heyecan hariç türlü kârlar peşinde “azık toplayıcısı” haline gelmelerinde. Yani rızkı, dinî anlamıyla, “bahşedilen şey” olarak akademik çalışma yaşamı için düşünmeyi öneriyorum. Sadece kazanılan paradan bahsetmiyorum – TV’ye çıkıp görüntülü olabilmek, iktidara “stratejik düşünce” tedarik edebilmek, bilimsel yeteneksizliğini idari görevle örtebilmek, işini astına yaptırabilmek, hızlı yayın yapmayı öğrenmek, saygınlık kazanmak... Bunlar da rızk kapısında sahip olunabilecek şeyler.
Ama üniversite içinde “azık toplayıcısı” pozisyonuna mahkum edilenlerin çoğu, son saydığım türden kârlara erişemeyecek kadar yoksunlaştırılmış durumdalar. ABD’deki doktora ve post-doktora pozisyonları hakkında The Economist dergisinde Aralık 2010’da yayımlanan bir inceleme, “öğretme” işinin, giderek daha ağırlıklı olarak, çalışma saatleri belli olmayan, iş yükü ve idarî angaryası fazla olan ucuz doktora öğrencisi emeğine yaptırıldığını gösteriyor. Bugün Yale Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan bir doktora öğrencisi yılda 9 ay, aylık yaklaşık 2.000 dolar kazanabilirken ABD’de iş güvencesi olan bir profesörün aylık ortalama ücreti 9.000 doların üzerinde. Kanada’da post-doktora pozisyonunda öğretim üyesi olan gençlerin % 80’i yılda yaklaşık 38.000 dolar alıyorlar, Kanada koşullarında bir inşaat işçisinin yıllık kazancı da bu kadar.
The Chronicle of Higher Education adlı, ABD’de çıkan bir yükseköğretim dergisindeki Temmuz 2010 tarihli bir başka analize dikkat çekeyim. Burada 3-4 sene süren düşük ücretli post-doktora “zorunlu hizmeti” sonrasında bile, akademik pozisyonların çoğunun iş güvencesi olmadığı gösteriliyordu. ABD’de 1975’te İngilizce “tenure-track” terimiyle anılan, sahibine “devlet memuriyet kadrosu” benzeri bir iş güvencesi sağlayan pozisyonlar, tüm pozisyonların % 56.8’i kadardı (yarı-zamanlı pozisyonlar % 30.2). 2007’de bu güvenceli akademik pozisyonların oranı % 31.2’ye geriledi. Yarı-zamanlı, sözleşmesi çoğu kez 1 yıllık olan “yarın ne olacağı belirsiz” pozisyonlar, emek piyasasının % 50.3’ünü kaplıyor.
Türkiye’de ise üniversite sayısı arttıkça (2015’e kadar 200’ü geçebilir) doktora derecesi üretimine olan talep de kısa vadede artabilir. YÖK, bu kadar üniversitede ortalama bir eğitim standardı tutturabilmek için üretilen doktora derecelerinin dağıtımını daha sıkı kontrol eden otoriter bir “piyasa düzenleyici” rolü de üstleniyor. Uzun yıllardır ilk ve ortaöğretim öğretmenlerinin meslek tecrübelerinin tanımlayıcı bir unsuru haline gelmiş “taşraya tıkılı kalmak” ve “ilk fırsatta taşradan kaçmak”, artık güvencesiz genç akademisyenin de baş etmeyi öğreneceği yatkınlıklar.
Akademik karakterin çürümesinin diğer önemli boyutu, bugünkü dosyada güçlü bir şekilde işlendi: Hem üniversitenin icraat profili için, hem de akademisyenin performans profili (ulusal ve uluslararası fonlara başvururken “bilimsellik” portfolyosunun da güçlü olması gerekiyor) ve işini kaybetmemesi için, “hızlı yayın üretimi” gerekiyor. Bilimde hırsızlığın, ya da hukuken intihal denemeyecek türden üçkağıtların akademide yaygınlaşması da aşınmanın bir başka boyutu.
Karakteri çürüten birkaç uygulamayı anabiliriz: Sosyal bilimlerde, taşra üniversitelerinin kendi kendine gelin-güvey küçük yayın cemaatleri içinde azık kotasını dolduran niteliksiz yüzlerce yayın yapılması. Daha prestijli üniversitelerden vasat uluslararası dergilere yollanan yazıların “Türkiye’de şunlar bunlar oldu” diyen jurnalcilik havasında, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun deyişiyle “her nabza şerbet verebilecek renksiz bir uğultu” tutturan makaleler olması. Revaçta olan jargonun serpiştirildiği tebliğlerle yapılan uluslararası akademik turizm. Doktora öğrencilerine savunma öncesinde “hakemli dergi yayını” zorunluluğu dayatmak, bu kuralı makalelere sıfır katkısı olan tez danışmanlarını ikinci yazar olarak iliştirip yayın artırmak için sömürmek. Yurtdışındaki öğrencisinin yükseklisans tezinin bölümlerinden araklayıp yayın yapmak. Yayın yapmayı hepten bırakıp, itibarını TV kanaat teknisyenliğiyle kurmak.
Doktora öğrencisinden profesöre, Yeni Ekonomi rejimi akademisyenin ruhunu kemiriyor. Çalışma koşullarının yalnızlaştırıcı, güvensizleştirici, belirsizleştirici etkisi akademik karakteri çürütüyor: Bilimde hırsızlık, rakip görülen meslektaşa mobbing, sırf teşvik ikramiyesi için yayın, idari görevi kötüye kullanma, döner sermaye için türlü cinlikler, öğrenciyi yaz okulunda da söğüşlemek için başarısızlığa zorlama, cinsel tâciz, tembellik, ayrımcılık...
Akademik çalışma yaşamında kişiliğin aşınması derinlere nüfuz etmiş bir süreç. Bu alan içindeki çürümeyi hemen durduramayacağız. Ama neyin çürüdüğünün ayırdına vararak işe başlayabiliriz. (istifhanem.com)