Doç. Dr. ERCAN GÜNDOĞAN
Türkiye'de kaç akademisyenin akademik özgürlüğe ihtiyacı var, bilmiyorum. Çok azının ihtiyacı olduğunu söyleyebilirim.
Farklı fikri, tezi, araştırması olanların bile zorunlu olarak bu özgürlüğe ihtiyacı yoktur.
İhtiyacı olanlar, toplumun ve devletin kabul etmedikleri, edemeyecekleri konularda, tarzlarda, araştırma yapan, yazanlardır.
Mesela, 1960'lı yıllarda, İsmail Beşikçi'nin akademik özgürlüğe ve hakka ihtiyacı vardı. Yoksa, o dönemde, "zararsız" konularda çalışma yapanların değil. Ya da 1940'larda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden atılanların. Elbette 12 Eylül sürecinde akademiden uzaklaştırılanların da, akademik özgürlüğe ihtiyaçları vardı.
Kimseyi rahatsız etmeyecek, hatta, ne düşündüğünü yazdığını yan odasındaki akademisyen arkadaşının bile takip etmediği bir akademisyenin, akademik özgürlük kaygısı da, ihtiyacı da, olamaz.
Türkiye'de akademik özerklik isteyen akademisyenlerin ne kadarı bunu akademik özgürlük için ister, bilmiyorum. Özerklik denilen rektörün, dekanın seçimi, kadroların üniversite tarafından belirlenmesi, akademik derecelerin üniversiteler tarafından verilebilmesi ise, ne özerkliğin, ne de akademik özgürlüğün o kadar da acil ve zorunlu bir ihtiyaç, talep olmadığı, söylenebilir.
Rektörün ilk üç arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, bana göre akademik hayatla ilgili bir durum değil. Hatta bir önemi de yok. Dekanlar ise, zaten fakülte ve rektörlük tarafından seçilebiliyor. İdari görevlilerin kimler tarafından atandığının bence hiç bir önemi bulunmuyor.
Önemli olan, akademisyenlerin idareciler tarafından idare edilmemesidir. İdareciler, akademide aslında istenmeyen, zorunlu bir koordinasyon, planlama görevi üstlenirler. Esas olan akademisyen ve öğrencidir.
Bizim akademilerimizde, fikri olan, hele de çok farklı fikri olan akademisyenlerin sayısı azdır. Çünkü fikri olmayan hocalar, kendilerine benzeyen "başarılı" öğrencileri önce asistan, sonra da "hoca" yaparlar. Her hoca kendine benzer öğrenciyi hoca yapmaya çalıştığı için, hocalar adeta klonlarak, yeni akademik kadroları oluştururlar. Böylece, fikirsizlik, kendini yeniden üretir. Bunun kanıtı her gün görülür. Yüzelliden fazla üniversitesi olan Türkiye'de, fikriyle ülkeyi aydınlatacak, sarsacak, bir akademisyen, ne yazık, görülmüyor.
Akademisyen doktorasından sonra bir iki makele yazarak yardımcı doçent olmaya çalışır. Sonra, iki kat daha fazla makale yazarak, konferansa katılarak, doçent olmaya çalışır. Tabii YÖK, ondan yerli ya da yabancı altı makale yazmasını ister. Sonra, doçent olanın beş yıl bekleyip, biraz daha makale yazması, konferansa katılması istenir. YÖK, kitap yazan akademisyen istemez. Önemli olan "hakemli" dergilerde yerli ya da yabancı, makale yazmaktır. Makaleleler Anglofon dünyanın "tekel" dergilerinde yayınlanmışsa, çok kıymetlidir. YÖK hemen sizi "terfi" ettirir.
Zar zor asistan olmuş öğrenci yüksek lisans yapıp doktoraya başladığında, hocalarının nasıl akademik kariyer yaptığını görüp, kendi kariyerini de ona göre planlar. İlgili dergilerde makale yayınlayıp, ilgili konferanslarda tebliğ sunacaktır. Doktoradan sonra aynı istikamette gidip yardımcı doçent, doçent, ve nihayetinde "profesör" olacaktır.
Böyle bir kariyer, "bilim adamı" olmayı şart koşmuyor. Hele de, "aydın" olmayı hiç değil.
Öyleyse, Türkiye'de, "akademik özgürlük" gereksizdir. Akademik özerklik ise, kadrolar, terfiler, kıdemler, atamalar ve "mali" konulardan ibarettir.
Sarsıcı fikri, araştırması, toplumsal iddia ve davası olmayan akademisyenlerimizin olsa olsa akademik özerkliğe ihtiyacı var. Akademik özgürlüğe değil!
Farklı fikri, tezi, araştırması olanların bile zorunlu olarak bu özgürlüğe ihtiyacı yoktur.
İhtiyacı olanlar, toplumun ve devletin kabul etmedikleri, edemeyecekleri konularda, tarzlarda, araştırma yapan, yazanlardır.
Mesela, 1960'lı yıllarda, İsmail Beşikçi'nin akademik özgürlüğe ve hakka ihtiyacı vardı. Yoksa, o dönemde, "zararsız" konularda çalışma yapanların değil. Ya da 1940'larda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden atılanların. Elbette 12 Eylül sürecinde akademiden uzaklaştırılanların da, akademik özgürlüğe ihtiyaçları vardı.
Kimseyi rahatsız etmeyecek, hatta, ne düşündüğünü yazdığını yan odasındaki akademisyen arkadaşının bile takip etmediği bir akademisyenin, akademik özgürlük kaygısı da, ihtiyacı da, olamaz.
Türkiye'de akademik özerklik isteyen akademisyenlerin ne kadarı bunu akademik özgürlük için ister, bilmiyorum. Özerklik denilen rektörün, dekanın seçimi, kadroların üniversite tarafından belirlenmesi, akademik derecelerin üniversiteler tarafından verilebilmesi ise, ne özerkliğin, ne de akademik özgürlüğün o kadar da acil ve zorunlu bir ihtiyaç, talep olmadığı, söylenebilir.
Rektörün ilk üç arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, bana göre akademik hayatla ilgili bir durum değil. Hatta bir önemi de yok. Dekanlar ise, zaten fakülte ve rektörlük tarafından seçilebiliyor. İdari görevlilerin kimler tarafından atandığının bence hiç bir önemi bulunmuyor.
Önemli olan, akademisyenlerin idareciler tarafından idare edilmemesidir. İdareciler, akademide aslında istenmeyen, zorunlu bir koordinasyon, planlama görevi üstlenirler. Esas olan akademisyen ve öğrencidir.
Bizim akademilerimizde, fikri olan, hele de çok farklı fikri olan akademisyenlerin sayısı azdır. Çünkü fikri olmayan hocalar, kendilerine benzeyen "başarılı" öğrencileri önce asistan, sonra da "hoca" yaparlar. Her hoca kendine benzer öğrenciyi hoca yapmaya çalıştığı için, hocalar adeta klonlarak, yeni akademik kadroları oluştururlar. Böylece, fikirsizlik, kendini yeniden üretir. Bunun kanıtı her gün görülür. Yüzelliden fazla üniversitesi olan Türkiye'de, fikriyle ülkeyi aydınlatacak, sarsacak, bir akademisyen, ne yazık, görülmüyor.
Akademisyen doktorasından sonra bir iki makele yazarak yardımcı doçent olmaya çalışır. Sonra, iki kat daha fazla makale yazarak, konferansa katılarak, doçent olmaya çalışır. Tabii YÖK, ondan yerli ya da yabancı altı makale yazmasını ister. Sonra, doçent olanın beş yıl bekleyip, biraz daha makale yazması, konferansa katılması istenir. YÖK, kitap yazan akademisyen istemez. Önemli olan "hakemli" dergilerde yerli ya da yabancı, makale yazmaktır. Makaleleler Anglofon dünyanın "tekel" dergilerinde yayınlanmışsa, çok kıymetlidir. YÖK hemen sizi "terfi" ettirir.
Zar zor asistan olmuş öğrenci yüksek lisans yapıp doktoraya başladığında, hocalarının nasıl akademik kariyer yaptığını görüp, kendi kariyerini de ona göre planlar. İlgili dergilerde makale yayınlayıp, ilgili konferanslarda tebliğ sunacaktır. Doktoradan sonra aynı istikamette gidip yardımcı doçent, doçent, ve nihayetinde "profesör" olacaktır.
Böyle bir kariyer, "bilim adamı" olmayı şart koşmuyor. Hele de, "aydın" olmayı hiç değil.
Öyleyse, Türkiye'de, "akademik özgürlük" gereksizdir. Akademik özerklik ise, kadrolar, terfiler, kıdemler, atamalar ve "mali" konulardan ibarettir.
Sarsıcı fikri, araştırması, toplumsal iddia ve davası olmayan akademisyenlerimizin olsa olsa akademik özerkliğe ihtiyacı var. Akademik özgürlüğe değil!