20 Kasım 2011 Pazar

“Bir bina, bir tabela; işte size üniversite!” – İsmet Akça ile mülakat

Esra Açıkgöz
Cumhuriyet Pazar, 20 Kasım 2011

Büyükşehirde yaşıyorsanız, illa ki mahalle arasında birkaç katlı apartman üzerine asılan üniversite tabelasına denk gelmişsinizdir. Şaşıran da olmuştur, gururlanan da. Evet, tam 165 üniversitemiz oldu. Varsın çoğu bilimsel eğitim vermekten uzak olsun, öğrencilere sosyalleşecek kampus hayatı sunmasın, sosyal bilimler gibi toplumsal sorunlarla ilgilenen bölümler yerine paraya dönüştürülen “bilgi” önemsensin, ne fark eder? AKP’nin deyişiyle her şehre bir üniversite kazandırılıyor ya, o da yeter!

Her şehre bir üniversite! AKP iktidarı işte bunu vaat ediyordu ve gerçekleştirmek için adımları atmaya başladı, nasıl mı? “Tabela üniversite”leri çoğaltarak. Bu icraatının en önemli destekçisi de, özel sektör. Özellikle İstanbul’da neredeyse her mahalle arasında mantar gibi vakıf üniversitesi bitmeye başladı. Üstelik çoğunun ne fiziksel şartları üniversiteye uygun, ne de akademik kadroları bilimsel eğitim vermek için yeterli. Pek çok şehirde açılan devlet üniversiteleri için de aynı durum geçerli. Neoliberal sistem varlığını üniversiteler üzerinde hissettirdikçe üniversite “işletme”ye, öğrenci “müşteri”ye dönüşüyor. Vakıf üniversitelerinin yaptıkları promosyon kampanyaları da bunun getirisi; kimisi kendini seçen öğrenciye notebook veriyor, kimisi tablet PC’ler… Sadece öğrenciye yaklaşım değil, öğretim üyelerinden beklenti de değişiyor. Bilimsel eğitim verebilmekten ziyade, piyasanın ihtiyaçlarına yanıt verecek “eleman”lar yetiştirebilmek, prim yapıyor. Sonuç, her yıl giren 835 bin 915 öğrencinin, Türkiye toplamında 15 bin 529 profesör tarafından eğitilerek on binlerce “eleman”ın mezun olduğu bir fabrika!

Durumu Eğitim-Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi Başkanı Yrd. Doç. Dr. İsmet Akça ile konuştuk.

- YÖK’ün Mart’ta yaptığı “Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması” açıklamasında “Yükseköğretim Kurulu oluşturulduğunda, üniversitelerimizin sayısı 27 idi. Aradan geçen 30 yıl boyunca, özellikle son yıllarda kurulan yeni devlet ve vakıf üniversiteleri ile üniversitelerimizin sayısı yaklaşık altı kat artış göstermiştir” denilerek övünülüyor. Son yıllardaki çalışmalarla 50’ye yakını vakıf olmak üzere 165 üniversitemiz oldu. Peki bu gerçekten bir gelişme mi?
- Üniversite dediğiniz, bilimsel, mekânsal, maddi bazı koşulları içermelidir. Öğrencilerin uygun dersliklerde eğitim alabilmesinden donanımlı kütüphaneye, sosyal kulüplerin aktivitelerine, yemek, barınma imkânlarının karşılanmasına, öğretim üyelerinin odalarının uygun olmasına kadar her şey önemli. Bırakın Türkiye’de yeni açılan üniversiteleri, İstanbul gibi büyükşehirlerdeki birçok üniversite bile bu koşullardan mahrum. Dolayısıyla bu rakamın bir karşılığı yok. Bilim, eğitim politikası kısa, orta, uzun vadeli planlamaları gerektirir; el yordamıyla, günün dar ihtiyaçlarını çözmek için yapılanlarla bilimsel eğitim verilemez. Türkiye’deki artış da böyle. Bu üniversitelerin çoğu tabela üniversiteleri. Bölüm kuruluyor, hoca yok. Ya da hoca olsa, bir bölümde sadece birkaç öğrenci oluyor.

- YÖK’ün sitesindeki üniversitelerin öğretim üyelerini gösteren belgeler durumun vahametini gösteriyor. Mesela İstanbul Gelişim Üniversitesi’nin tam zamanlı çalışan sadece bir profesörü görünüyor, Gedik Üniversitesi’nde iki. Kayseri Melikşah Üniversitesi’nin onbeş bölümlü dört fakültesinde sadece dört profesör bulunuyor, Gaziantep Zirve Üniversitesi’nin 115 öğrencili Eğitim Fakültesi’nde ise hiç yok. Piri Reis Üniversitesi’nin fizik bölümünde tam zamanlı çalışan sadece bir öğretim üyesi görünüyor…
- Genelde, yeni açılan üniversitelerde bu sorun var. Vakıf üniversiteleri ticari bir mantıkla hareket ediyor ve ne yazık ki kamu üniversiteleri de o mantığa yöneltiliyor. Bırakın yeni açılan üniversiteleri, başlarda vakıf üniversiteleri arasında belli oturmuşluğu, yüksek öğretim mantığını yerleştirme derdi olan Bilgi Üniversitesi’nde bile birçok bölümde asistanlar taşıyor yükü. Özellikle ABD’li Laureate satıldıktan sonra kâr getirmeyen bölümler tasfiye edilmeye başlandı.

- Sadece özeller de değil, devlet üniversitelerinin durumu da parlak değil. YÖK’ün sitesinde 6141 öğrencisi bulunan Amasya Üniversitesi’nde, Malatya’daki 22 bin 535 öğrencili İnönü Üniversitesi’nde ve 16 bin 923 öğrencili Kırıkkale Üniversitesi’nde hiç tam zamanlı öğretim üyesi gözükmüyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Profesörler devlet üniversitelerinden yüksek maaşlarla vakıf üniversitelerine transfer ediliyordu. Artık daha da kızışacaktır bu durum.
- Evet, özellikle belli namı olan isimleri çekebilmek için çok yüksek ücretler verdi vakıf üniversiteleri. Dolarlarla, ağırlığınıza, ayarınıza göre ücret politikası uyguluyorlar. Bir, iki tane güçlü isim getirip, onları vitrine koyuyorlar, ama işin yükünü asistanlara yıkıyorlar. İşin farklı bir boyutu da var, kamunun emeklilik nimetlerinden faydalanmak için emeklilik zamanında kamuya dönmeye çalışanlar da oluyor… Vakıf üniversitelerinin en büyük handikaplarından biri, kamudan para alıp, öğretim elemanı yetiştirmemeleri. Parayı bastırırım, alırım, diyorlar.

- Üniversite açmak gerçekten çok kârlı “iş” anlaşılan, son yıllarda neredeyse her mahalledeki apartmanda üniversite tabelasını görmek mümkün.
- Tabii kârlı. Kamu kaynaklarından destek alıyorlar. BDP’nin verdiği bir gensorunun yanıtında; 2004’te 11 üniversiteye 8.517 milyar liralık devlet yardımı yapılmış, 2007′deyse on üniversiteye 9.326.000 YTL’lik… Mart’ta açıklanan “YÖK kanunu reformu”nun beş ilkesinden biri, mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı. Bununla şirketlerin kurulabilmesi öngörülüyor. Devlet ve vakıf üniversitelerinin dışında, uluslararası üniversiteler açılması planlanıyor. Çünkü her şeye rağmen vakıf statüsü altında olduğu için çeşitli hukuki süreçler sermayenin elini kolunu bağlayabiliyor. Yeni yapılanma bunu da aşacak, doğrudan şirket olacak. Kamu üniversiteleri de üniversite AŞ’ye dönüştürülüyor, kaynak yok, başınızın çaresine bakın, kendinize kaynak yaratın deniliyor. Yani mekânı otopark olarak kiralayacaksınız, reklam panolarıyla üniversite yapılarını dolduracaksınız, şirketlere kapılarınızı açacaksınız. Üniversiteler de artık gelir getiren faaliyetler neler, hangi akademisyen ne getiriyor diye bakmaya başlıyor. Bu dolayısıyla hangi alanlarda bilgi birikiminin destekleneceğini de belirliyor.

- Demin dediğiniz kimi bölümlerin tasfiye edilmeye başlanmasının nedeni bu mu?
- Evet, akademiyi akademi yapan ama doğrudan para getirmeyen sanat, sosyal bilimler, felsefe gibi bölümlerde sıkıntılar yaşanıyor. Tasfiye ediliyor. Oysa eğitim kamusal bir hizmettir ve bütçesi kamudan karşılanmalı. Bu sadece AKP’nin YÖK’ü ele geçirmesiyle başlamadı, bir önceki dönemde de böyleydi. 90’ların ortasından beri TÜSİAD raporuna baktığınızda görüyorsunuz. Ancak AKP seçim başarısıyla bu dönüşümü daha güçlü yapıyor. Üniversiteyi sermaye ile daha bütünleşik hale getirmeye çalışıyor. 2009’da çıkan bir yönetmelikle üniversitelere, şehrin sanayi ve ticaret odası başkanı, valilikten iki kişi, büyükşehir belediye başkanının da olduğu bir danışma kurulu öngörüldü. Böylece üniversitenin yönetimi daha doğrudan sermayeye, yerel yönetime bırakılıyor.

- Üniversiteler zaten toplumdan kopuktu, tezlerin konularının darlığı, toplumsal sorunlar üzerine yeterince derin araştırma yapılmaması hep eleştirildi. Bu durum daha da köreltecek araştırmaları…
- Üstelik bunun için kimsenin kafanıza vurması gerekmiyor, yapısal akıntı sizi oraya sürüklüyor. Ayakta kalabilmek, pozisyonunu tutabilmek için öyle davranmaya başlıyor bilim insanları da. Bugün üniversitelerde akademik dergilerde İngilizce bir makale yayınlamak dört puan getirirken, yıllarca çalışıp Türkçe kitap yazdığınızda üç puan alıyorsunuz. Neoliberal mantık bilgi denen şeyi, tekdüzeleştirip, karşılığında kâr, gelir elde edilebilir bir şey haline getirmeye çalışıyor. Yani “Ya daha fazla yayın yap ya da çürü” diyor.

- YÖK’ün sitesinde, adını bile yeni duyduğumuz kimi üniversitelerin ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerden fazla makale yayını yaptığını görünce şaşırmıştım…
- Bazı öğretim üyeleri para ödeyip yurtdışında makalelerini yayınlatıyorlar. Tabii, Gülen Cemaatinin üniversite içindeki ciddi örgütlenmesini de unutmayalım. Belli yerlerde sırf dergi çıkartacak kadar gücü olduğu için kendi akademisyenlerini parlatıyorlar… Türkiye’deki yükseköğretimin hep çok otoriter bir yapılanması vardı, bugün onu AKP iktidarı kullanıyor. Öğretim üyelerine, öğrencilere açılan soruşturmalar çok yoğunlaştı. “Yüksek lisans sınavında şu öğrenciyi niye almadınız”dan tutun da, “Şu gazetede neden yazı yazdın”a kadar çok geniş gerekçelerle soruşturma açılıyor. Çoğu idari yargıdan geri dönüyor, ancak korku imparatorluğu yaratma hali üniversitelerde de var.

- Bütün bu sorunların arasında eğitim almaya çalışan öğrenciler, mezun olduklarında toplumda nerede dururlar sizce?
- Bunları bize dayatıyorlar, öğretim üyeleri, öğrenciler olarak biz pürüpakız diyemeyiz. Çünkü 25-30 yıla dayanan bu süreçte üniversitelerde yeni özneler yaratıldı. Artık öğretim üyesi de, öğrenci de bu hegomanik, neoliberal söylem üzerinden bakıyor dünyaya. Böyle olunca haliyle öğrenci de eleştirel düşünme, akıl yürütme üzerinden bilgi üretme sürecini değil, mezun olunca nasıl para kazanacağını düşünüyor. Öğretim üyelerinin çoğu da bu sistemi kabullendi. Çünkü bir çeşit rant da dağıtılıyor.

- Peki öğrenciler mezun olduklarında o diplomalar işe yarayacak mı?
- Üniversiteler kendini bunu vaat ederek satıyor. Mesela, Bahçeşehir Üniversitesi bir süredir belli şirketler adına ders açıyor. X holdingin CEO’su ders veriyor, o dersi alan öğrenciye de sertifika veriliyor. Bu piyasa ile entegre olabilecek bölümlerin öğrencileri açısından çekici olabiliyor. Meslek yüksekokulu gibi çalışması bekleniyor üniversitelerden. Avrupa Yükseköğretim Alanı yaratmayı hedefleyen Bologna süreci de bu mantık üzerine kurulu aslında.

- Özel yüksek meslek okullarının sayısı da çok arttı zaten…
- Evet, bu yüzden üniversiteye hazırlık dershanelerinin ücreti çok düşmüş. Siz eğitimi, kâr-zarar hesabı üzerinden yapıyorsanız, tek derdiniz çocuğunuzun iş sahibi olmasıysa, dershaneye yollayana kadar özel yüksek meslek okuluna gönderirsiniz. Onlar, stajından bilgisine kadar piyasayla entegre çalışıyor.

Emrah Göker'in İstifhanesi

19 Kasım 2011 Cumartesi

Türkiye'de bilimsel araştırma da yapılmıyor bilimsel yayın da

Prof. Dr. A. RASİM KÜÇÜKUSTA

Abdullah Gül Üniversitesi'nin temel atma törenine katılan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, burada yaptığı konuşmada şunları söylüyor:

"Bilimsel yayın artışında üçüncü ülke durumundayız. Geçen yıl 17'nci sıradaydık. Bu yıl sırada yükselme olacak. Layık olduğumuz seviyeye ulaşacağız. Layıkıyla yapamadığımız tek konu ise elimizdeki bilgileri teknolojiye çevirememek. Bizde 27 bin makale basılıyor. Bunlardan patent alınan makale sayısı 85 civarında. İsrail'de 4 bin civarında makale basılıyor. Bin 500'üne patent alınıyor."

Bilimsel yayın nedir?

YÖK Başkanı'nın sözlerinde sevindirici ve üzücü kısımlar var. Önce iyiden başlayalım. Ülkemizde bir senede 27 bin bilimsel yayın yapılıyor olması gerçekten inanılmaz bir başarıyı gösteriyor. Hele de bilimsel yayın artışında dünya üçüncüsü olmamız insanı gerçekten de gururlandırıyor.

Kötü haber ise bu bilimsel yayınların pek bir işe yaramıyor olması. YÖK Başkanı bunların sadece 300'de bir tanesinin dişe dokunur yayın olduğunu belirtiyor. Miktarlarıyla övündüğümüz bu binlerce yayının çoğunun bilimin işine yaramayan, çöpe giden birtakım karalamalar olduğu ortaya çıkıyor.

Bir senede yapılan 27 bin bilimsel yayının tam olarak bilmiyorum ama çok önemli bir kısmını tıbbi bilimsel yayınların oluşturduğu söylenebilir.

Peki, tıbbi bilimsel yayın nedir, bunları kim ne için, nasıl yapar, bunların sayısı mı önemlidir, kalitesi mi? Gelin bu sorulara cevaplar arayalım. Bilimsel araştırmaların, gözlemlerin, yorumların, bilgilerin yazı haline getirilip bir dergide veya kitapta yayınlanmasına genel olarak "bilimsel yayın" adı verilir. Tıp alanındaki bilimsel yayınların çeşitleri vardır:

İşleri gerçekten ve sadece araştırma olan bilim adamlarının yayınları: Bunlar belirli alanda, birbirini izleyen, birinden alınan sonuca göre yenileri düzenlenen ve böylece zincirleme olarak giden araştırmalardır. Bu araştırmalardan biri eksik olduğunda bilim dünyasında bir boşluk olur. Bu araştırmalar sonucunda o güne kadar bilinmeyen bir şey ortaya çıkabileceği gibi doğru bilinen bir şeyin yanlış olduğu da gösterilmiş olabilir.

Ülkemizde bu manada tıbbi bilimsel yayın yapılıyor olabilir ama bunların sayısının çok az olduğu ve çoğunun da fizyoloji, farmakoloji, biyokimya gibi temel tıp bilim dallarında gerçekleştirildiği söylenebilir.

Akademik kariyer için gereken yayınlar: Yayın artışında dünya üçüncüsü olmamızı sağlayan yayınlar bu grupta yer alır. Bunlar doçent, profesör olmak isteyenler için gerekli nüfus cüzdanı fotokopisi, ikametgâh senedi, 4 adet vesikalık fotoğraf gibi evraklardandır.

Bu yayınların çoğu daha önce defalarca yapılmış olanların tekrarı, üstelik kötü bir tekrarıdır ama makale yeni bir icat veya keşif yapılmış havasında yazılır. Mesela, bu tür yayınlarda akciğer kanserinin en önemli sebebinin sigara olduğu; astımlılarda kriz sırasında bronşların daraldığı; tüberkülozun mikrobik ve bulaşıcı bir hastalık olduğu gibi sonuçlara varılır.

Hasta dosyalarının taranarak elde edilen bulgularla yapılan "retrospektif yayınlar" da bilimsel değeri olmayan çalışmalardır.

Arada bir iki tane punduna getirilmiş birbiriyle ilgisiz "hayvan deneyleri" (bu hayvanlara öyle acırım ki!) de olabilir. Bir vaka münasebetiyle hazırlanan çok sayıda "münasebetsiz" yayın da değersizdir. Bu grupta yer alan yayınların bilim dünyası için hiçbir önemi yoktur. Hatta bunları yapan kişi bile bunları bir daha okumaz. Önemli olan eksik evrakları tamamlamak, yani belirli bir yayın sayısına ulaşmaktır.

Yayın sayısını artırmak için çok sıkı işbirliği yapmak da âdettendir. Mesela 4 kişi senede ikişer yayın çıkarırsa toplamda hepsinin 8'er yayını olmuş olur. Bu tür yayınlar kişi muradına erdikten sonra birden bıçak gibi kesilir. Bilim dünyası senede 8-10 yayın yapan bu bilim adamlarına ne olduğunu merak etmez hiç.

İyi niyetle yapılan yayınlar: Akademik hayatları süresince çalışmalarını değerlendirmek, başkaları ile paylaşmak, kıyaslamak, tartışmak ve kongrelerde sunmak için yapılan iyi niyetli yayınlar da vardır. Bunlar, bilimsel yöntemlerle yapılmış olan, bazıları muteber dergilerde yayınlanma imkânı da bulan çalışmalardır.

Bu tür yayınlar mutlaka yapılması gereken "önemli" ve "gerekli" yayınlar olmakla beraber gerçek manada bilimsel araştırmalar olmayan "klinik çalışma"lardır.

Dostlar alışverişte görsün türü yayınlar: Kongrelere daha kolay katılmak, akademik çevrelere ve özellikle de ilaç firmalarına "çalışıyor" gözükmek için alelacele ve baştan savma yapılan, kimsenin okumaya bile tenezzül etmediği, çoğu kongre özet kitaplarında kalan yayınlardır. Bu tür yayınların da yekunu oldukça fazladır.

Gelelim neticeye: Tıpkı bir ülkedeki doktor sayısının değil bunların aldıkları eğitimin ve doktor kalitesinin önemli olması gibi tıbbi bilimsel yayınların da sayısı değil niteliği önemlidir:

1. Gerçek bilimsel yayın akademik ilerleme veya yayın sayısını artırmak için değil, bilimsel araştırmaların sonuçlarını tıp dünyasına duyurmak için yapılır.

2. Ülkemizde tıbbi bilimsel yayın yapmak için gerekli laboratuvarlar da teknoloji de maddi imkânlar da ve en önemlisi bunları sağlayacak sistem de yoktur.

3. Ülkemizde tamamen veya kısmen iyi niyetle yapılan ama gerçekte kimsenin bir işine yaramayan külliyetli miktarda bilimsel yayın vardır.

4. Ülkemizde akademik kariyer için yayın şartı kaldırıldığında veya ilaç firmaları biz artık kimseyi kongreye götürmüyoruz dediklerinde bu yayınların sayısı bıçak gibi kesilecektir.

5. Akademik kariyer için prosedür gereği bilimsel yayın yapılmasına kimse bir şey diyemez, hatta saygı da duymak gerekir. Eksik evrakları kanuni yollarla tamamlamak herkesin hakkıdır. Nihayetinde hepimiz de aynı yollardan geçtik.

6. Asıl üzücü olan, yaptıklarını gerçekten "bilimsel araştırma" ve kendilerini de "araştırmacı bilim adamı" zannedenlerin olmasıdır. Felâket de buradadır ve maalesef bunların sayısı sanıldığından çok daha fazladır.

18 Kasım 2011 Cuma

30 YILDIR YÖK: Daha baskıcı bir yönetim altındaki üniversite ve dönüşüm

Prof. Dr. KAYHAN KANTARLI*
Cumhuriyet Bilim Teknik 18.11.2011

12 Eylül 1980 darbesinden itibaren uygulanmakta olan toplumsal düşünceyi yok etme, depolitizasyon ve suskunlaştırma siyaseti, en başarılı sonuçlarını üniversitelerde elde etti. YÖK yasası ve bu yasayla üniversitelere getirilen tek adama dayalı, otoriter antidemokratik yönetim anlayışı, bu siyasetin en önemli aracı olarak kullanıldı. Üniversiteler ülkenin sorunlarına çözüm arama ve önerme sorumluluklarını, bu baskıcı araç sayesinde kaybetti.

Hukuku ve kendi varlık nedeninin temelini oluşturan bilimsel değerleri dışlayan bir yönetim anlayışı sonucunda, topluma örnek ve yol gösterici olması gereken üniversiteler ve öğretim üyeleri, birer sırça köşk sakinine dönüştü, bu sorumluluklarına yabancılaştı ve toplumda olup bitenlerden tamamen koptu, tıpkı Darülfünun gibi.

Sırça köşk sakini üniversite hocaları:

• Ne, karşı cinsi muayene etmeyen hekim, evrim yerine yaratılışı savunan öğretmen, depremde yıkılan binaları tanrı uyarısı sayan mühendis- yazdığı ders kitabını Nurcu bilim düşmanlarının seçme sözleriyle takdim eden profesör, “ayakta küçük aptes bozmak günahtır!” diye cami tuvaletlerine kilit vuran vali, “yargıya değil ulemaya soralım” diyen devlet adamı yetiştirebilmek amacıyla İmam Hatip Lisesi mezunlarına ÖSS kapılarının ardına kadar açılarak Öğretim Birliği Yasası’nı yok sayan, Roma Hukuku bölümlerini kapatarak hukuk fakültelerini şeriat hukuku öğreten medreselere dönüştürmeye çalışan YÖK kararları;

• Ne, parasız eğitim isteyen öğrencilerin terör örgütü üyeliği ile suçlanıp zindanlara atılması;

• Ne, “kızlar ve erkekler ayrı okullarda okumalıdır” kararı alınan şûra toplantıları,

• Ne El Ezher gibi şeriatçı militan yetiştiren yabancı üniversitelerden alınan diplomalara denklik veren YÖK yönetmelikleri,

• Ne, LYS sınavlarında yandaş öğrencileri üniversitelere sokma şüphesi ortadan kalkmayan şifreli sorular sorulması,

• Ne, yargı kararlarına karşın dinsel / siyasal bir simge olan türbanı serbest hale getirmeye yönelik YÖK ve Rektör genelgeleriyle anayasa suçu işlenmiş olması;

• Ne, altyapı ve öğretim elemanı sayısı aynı kalırken sınıflardaki öğrenci sayısının son üç yıl içinde neredeyse ikiye katlanarak akademik eğitimin çökertilmesi;

• Ne, mezun olan öğrencilerin işsizler ordusuna katılması;

• Ne, bilimsel aşırmacılığın liyakat göstergesi sayılarak aşırmacıların, bilim doktoru, doçent, profesör bölüm başkanı, dekan, rektör ve hatta Milli Eğitim Bakanı atanması;

• Ne, TÜBİTAK ve TÜBA’nın özekliklerinin kaldırılıp siyasetin güdümüne sokulması;

• Ne, “yeni nesil üniversite” adı altında piyasa üniversiteciliği yapılarak eğitim için kamulaştırılmış kampus alanlarının yerli ve yabancı şirketlere sunulan rant kapsamında devasa alışveriş merkezleri, hipermarketler, benzin istasyonları ve restoranların yer aldığı ticaret merkezlerine dönüştürülüp talan edilmesi, en yüksek puanlarla girilen bölümlerin yanında barajı zor aşan zengin öğrencilere yönelik-fırsat eşitliğine aykırı ABD üniversiteleriyle ortak paralı programlar açılması;

• Ne, bir avuç altın için ormanlarımızı yok edip, birkaç megavat elektrik uğruna derelerimizi kurutup ekolojik dengenin altüst edilmesine yol açan anayasaya aykırı yönetmelikler/ yasalar çıkarılması;

• Ne, Cumhuriyetin temel niteliklerini savunan yurtseverlerin darbeci terör örgütü üyeliği ile suçlanıp yıllarca özgürlüklerinin kısıtlanması;

• Ne, tek amacı yargıyı iktidarın memuru haline getirmek olan anayasa referandumu;

• Ne, tüm toplumun hukuk dışı dinleme yöntemleriyle gözaltında tutulması... ilgilendirmiyor.

Kapandığımız sırça köşklerimizde bizi artık yalnız ve yalnız “çok bilimsel yayın yapıyor gözüküp, hızla yardımcı doçent, doçent, profesör olup, bölüm başkanı, dekan, dekan yardımcısı, enstitü- yüksekokul- merkez müdürü, başhekim, rektör, rektör yardımcısı-rektör danışmanı, genel sekreter, yönetim kurulu üyesi, senatör, koltuklarına oturabilmek ve oturtulduğumuz koltukların diyetini nasıl ödeyebileceğimiz” ilgilendiriyor.

YÖK düzeninin bize biçtiği vazgeçilmez görev yalnızca budur. Ve bu görev, bu iktidar döneminde de 10 yıldır daha baskıcı bir ugyulama ile sürüyor.

Bilim tarihi, “vazgeçilmez toplumsal bağ ve yükümlülüklerimiz” diye tarihsel başka bir sorumluluğumuz daha bulunduğunu yazıyormuş, varsın yazsın.

Ayrıca bir ülkenin bilim insanları ve aydınları bu sorumluluğu yerine getirmeye korkarsa amansız bir baskı rejimi o ülkede çok kolay kök salar ve kolayca sökülüp atılamazmış. Geçelim! Bu çoook eskidendi, adı üstünde tarih işte... O günlerden bu güne Darwin’in Evrim Kuramı gereğince, üyesi olduğumuz akademisyen türü de evrimleşti. Beynimizin toplumsal sorumluluklarımızı uyaran bölümü giderek küçüldü ve dayatılan düzene uyum sağladık. Gözlerimiz yalnızca bireysel çıkarlarımızı görür, kulaklarımız yalnızca daha lüks bir koltuk, kolay yükselme ve kazanç vadeden çağrıları duyar ve dilimiz de yalnızca “iyi ki varsınız! sağ olun efendim!” sözcüklerinden başka bir söz söylemez olunca, bakın ne güzel oldu.

Ne baskısı? Bireysel çıkarlarımızı koruyabileceğimiz her türlü özgürlük ve olanağa sahibiz artık.

Hiç şüphesiz evrimin temelinde yatan “doğal seçilim”e ayak uyduramayanlarımız da bu arada tamamen yok olup gitmekteler, tıpkı dinozorlar gibi...

* kayhankantarli@gmail.com

14 Kasım 2011 Pazartesi

Üniversiteler Düzelir mi?

Prof. Dr. DİLEK ÖZCENGİZ

Son yıllarda ve özellikle de son günlerde artan bir şiddette sağlık sisteminin küresel güçlere devredildiği veya devredilmek üzere olduğu söylemleri yükseliyor. Bu gerçek mi, bilmiyorum. Çünkü siyasi aktörlerin neyi ne kadar doğru söylediklerini bilmiyorum, emin olamıyorum!

Benim yaşam anlayışımda insan, her şeyin odağındadır. Ancak, bireyi toplumdan ayırmak da pek mümkün değildir. Zaten bireyi önemseyen bir bakış açısı toplumu göz ardı edemez. Ülkemiz, sanayi devrimi başta olmak üzere pek çok devrimi kaçırmıştır. Artık tek bir anı bile kaçırma lüksümüz olamaz. O halde işe koyulalım. Öğretim üyesi niteliği ve niceliği, geleceğimizi belirleyecek en önemli unsur. Öğretim üyesinin iş tanımı yapılmalıdır. Benden bir yılda kaç makale, kaç konferans, kaç proje, kaç ders bekliyorsunuz? Günlük hasta yüküne ne kadar omuz vermeliyim? Bunu kimse tanımlamadı. Öncelikli talebim bunun belirlenmesi.

İkinci adımda, öğretim üyesi niteliğinin saptanması yapılabilir. Nasıl mı? Öğrenim hedeflerine ulaşan öğrenci ve asistan bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Araştırma yapmak ve bunu yapacak bireylerin yetişmesi çok önemli. Araştırma istasyonları kurulabilir. YÖK veya bizzat üniversiteler bunu düzenleyebilir. İsteyen öğretim üyesi araştırma ağırlıklı çalışabilir. Ancak klinik branşlar hasta olmadan araştırma yapamaz, bunu unutmayalım! Deneysel çalışmaları yapabilir, ancak fazlaca araştırma altyapımız yok, en azından çoğu üniversitede.

Sonraki aşama değerlendirme aşaması olacak. Ölçütleri koyar ve kesin olarak uygularsınız. Bu yıl yayın yapamazsam, bana belki bir yıl daha süre tanır ve sonra da güle güle, diyebilirsiniz. Ama bu noktada özellikle genç akademisyenlerin haklarının korunması şart. Demek istiyorum ki; hocası çalışmaya adını yazar ve gençler açıkta kalır. Tüm aktiviteler değerlendirmeye tabi tutulabilir. Ama benim adamım, senin adamın olmayacak. Tarafsız ve nesnel olma yolu bulmalıyız. Bunu yapmadan olmaz. Ölçü, işini yapmak ve iyi yapmak. Bunu da değerlendirdikten sonra sorun kalmaz. Üniversitelerde özerklik yıllarca, ister çalışırım ister çalışmam olarak algılandı; acil olarak bu değişmeli.

Bir yılda B grubu bir dergide yayımlanan ortalama iki yayın makul sayılabilir. Ancak altyapı kurulmadan istenemez. Bir bölümde 10 öğretim üyesi varsa, bu 20 yayın anlamına gelir. Yardımcı doçentin hakkı korunmalı. Yazarlık hakkı konusunda duyarlı olunması sağlanmalı. Puanlama sistemi oluşturulmalı. Bu puanlar üniversiteden üniversiteye değişebilir. Belki A üniversitesinde koşullar sağlanamazsa, B üniversitesine gidilebilir. Bu ölçütleri sağlayan hoca istiyorsa, başka yerde de çalışsın. Ancak kurumu istismar eden hocaya gereğini yapın. Ayrıca, tam zamanlı olup da hiç çalışmayan için de gereği yapılmalı. Sistem insanları motive etmeli. Umut kırmak bir şeyi çözmüyor.

Kurumlarda adalet mutlaka sağlanmalı. Mevcut sistem çalışanı cezalandırıyor. Bir avuç insan için hepimiz bedel ödüyoruz. Yayın başına verilen komik paralar artırılmalı. A grubu bir dergide yayımlanan makale 1000 puan getiriyor bir yılda. Özetle, iki hasta entübe etsem aynı puanı alabiliyorum! Gülüyorum! Özetle, sorun bir denetleme ve koordinasyon sorunudur. Hasta hekimini seçebilmelidir; bu nokta nasıl çözülecek, bilemiyorum. Ciddi kurullar, rektör yetkilerine ortak olmalıdır. Yeter artık rektör erki! Ne acıdır ki, futbol hakemini denetleyen ve lig düşmesine sebep olan bir kurul varken, rektör denetimsizdir. Üniversitelerin kalitesi öğrenci ve asistan tarafından seçilmesi ile ve yayın kalitesi ile değerlendirilmeli. Böylece her üniversite kendi koşullarını oluşturacak ve özerkleşecek. Peki bize ne vereceksiniz? Yayın başına aklı başında ücretler ödenebilir. Elbette bu, temel koşullar sağlandıktan sonraki üretim içindir. Sabit ücretler artırılmalı ve emekliliğe yansıtılmalıdır. Ek ders ücretleri acınası durumdadır; buraya yazarsam ayıp olur. Öğretim üyesi başına düşen birim iş saptanmalı ve fazla iş gücü başka alanlarda değerlendirilmelidir. Özür dilerim, kalemimden kaçtı fazla iş gücü sözü! Mutlaka yeni öğretim üyeleri yetiştireceğiz, onları da doktora programlarından geçirerek alalım.

Bu kadar iş yapan adama da artık doğru dürüst bir ücret öderler, diye umuyorum! Sonuç olarak, iş tanımı yapılır ve kontrol sağlanırsa ucuz puan kovalamasına gerek kalmaz. Etkin olarak çalışan öğretim üyesi en az yüzde 50’si sabit olmak üzere bir gelir sağlamalıdır. Geri kalan ücret ise ders, yayın ve makale, belki de fazla hasta bakmakla sağlanabilir. Eğer niyetler iyi ise çözüm bulunabilir. Ben uzun uzun düşünmeden bu yolları buldum. Sonraki yazılarda yine devam ederiz bu konuya. Saygılarımla…

ETİKETLER

A. Murat Eren (4) A. Rasim Küçükusta (1) Abbas Güçlü (3) Abdullah Elinç (1) Alper Hançerlioğlu (2) anayasa.gen.tr (1) Anayurt (1) Ayşe Durakbaşa (1) BASIN AÇIKLAMASI (1) Baybars Külebi (2) Bianet (1) Bilim Akademisi (1) BİLİM VE GELECEK (2) BİRGÜN (3) BİRGÜN - Bilim (1) BirGün - kiTaP (5) Burhanettin Kaya (1) Celal Şengör (2) Cumhuriyet (1) Cumhuriyet Bilim Teknoloji (11) Cumhuriyet Pazar (1) Dilek Kurban (1) Dilek Özcengiz (1) Doğan Kuban (1) Ege Üniversitesi (1) Eğitim-Sen (1) Emel Karakılıç (1) Emrah Göker (3) Emre Sevinç (1) Ercan Gündoğan (1) Ersin Yurtsever (1) Esra Açıkgöz (1) Evrensel (2) Fatih Özatay (4) Fatma Müge Göçek (1) Feride Acar (3) Gazete HABERTÜRK (2) GAZETTA (1) Genç Kale'm (1) GIT Türkiye (1) Gökhan Çetinsaya (1) Gündüz Vassaf (2) Haldun Güner (2) Hasan Yazıcı (1) HBT (1) Hürriyet (1) İbrahim Öztürk (1) İletişim (1) İrfan O. Hatipoğlu (2) İsmail Hakkı Aydın (2) İzzettin Önder (1) Kayhan Kantarlı (4) KEMAL GÖZLER (1) Levent Kurnaz (1) Levent Sevgi (2) Medimagazin (5) Mesut PARLAK (1) Mesut Yeğen (7) Metin Balcı (1) Milliyet (3) Murat Bardakçı (2) Murat Kılıç (1) Oğuzhan Gürlü (1) Orhan Bursalı (3) ÖSYM (3) Özgür Müftüoğlu (1) Özkan Eroğlu (1) RADİKAL (9) RADİKAL 2 (2) RedHack (2) Rıdvan Karluk (4) Sakarya Gazetesi (4) sarkac.org (1) soL- Bilim (1) Sözcü (1) StarAçıkGörüş (1) Şahin Akıncı (1) Şükran Gölbaşı (1) T24 (1) Tahir Hatipoğlu (1) Tahsin Yeşildere (1) Taraf (3) Togan Kafesoğlu (2) Ümit İzmen (1) YÖK (3) Zaman (3)

NEDEN ?

NEDEN ?
ENGELLERİ AŞIYORUZ => https://plagiarism-turkish.blogspot.com/

BİLİM AKADEMİSİ RAPORU - Temmuz 2016

Şu sıra TBMM gündeminde olan 2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporunu okumak için lütfen tıklayın