25 Haziran 2011 Cumartesi

Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler-4

Prof. Dr. FATİH ÖZATAY
Radikal, 25.06.2011

Çok sayıda üniversite, ‘üniversite’ adına bütünüyle zıt bir şekilde içine kapanık durumda. Özellikle kendi doktora programları olan büyük üniversiteler arasında böyle nitelendirilebilecekler var. Başka üniversitelerde yetişmiş öğretim üyelerini bünyelerine almak için özel bir çaba göstermedikleri anlamına geliyor bu olgu. Sadece bu da değil; yurtdışına doktora yapmak için genç öğretim üyesi adayı da göndermiyorlar. Yurtdışındaki konferanslardan geçtim, yurtiçindeki konferanslarda da konuşmacı olarak pek ortada görünmüyor bu tür üniversitelerin mensupları.

Yurtdışında eğitim
Oldukça sakıncalı bir özellik bu. ‘Kendin pişir kendin ye’ anlamına geliyor bir yerde. Düşünün bir: Bilimde sürekli gelişme oluyor, yenilikler ortaya çıkıyor. Bunların büyük bir kısmı gelişmiş ülkelerde gerçekleşiyor. Çoğu bilim alanında gelişmişler ülkeler içinde ABD’nin başı çektiğini görüyoruz. Bu durumda, bu tür ülkelerdeki doktora programlarına çok sayıda öğrenci göndermek durumunda Türkiye. Yenilikleri öğrensinler, kendileri de yenilik yapacak duruma gelsinler ve Türkiye’ye döndüklerinde bu yenilikleri öğretsinler, buradaki eğitim düzeyi de yükselsin diye.

Bu kapıyı kapalı tuttuğunuzda bindiğiniz dalı kesiyorsunuz. Eskimiş bilgilerle yetişmiş öğretim üyeleri çıkıyor piyasaya. Onlar da bu bilgileri, bir sonraki öğrencilere aktarıyorlar ve yeni öğretim üyeleri yetiştiriyorlar. Kalite başaşağıya gidiyor. ‘Kendin pişir kendin ye’den kastım bu. Üstelik bazen ‘kendin ye’ olmuyor, ‘başkaları da yiyor’. Şöyle: Bu üniversiteler arasında oldukça büyük olanları var. Bunlar civar illerde yeni kurulan üniversiteleri kurmakla görevlendiriliyorlar. Onların öğretim üyeleri gidip, oralarda yeni bölümler kurup, öğrenci yetiştirmeye başlıyorlar.

Sorunun çözümü
Türkiye’nin geleceği açısından sakıncalı sonuçlar doğuracak (doğurmakta olan) bu sorunu çözmek için temelde iki yönde hareket etmek gerekiyor. Birincisi, yukarıda değindiğim gibi çok sayıda öğrenciyi dünyanın önde gelen programlarına doktora yapmaya göndermek. Dikkat: Dünyanın önde gelen programlarının olduğu ülkelerin her doktora programına yollamak değil; önde gelen programlara yollamak. Akademi dışından bir örnek: Merkez Bankası her yıl üç-dört mensubunu doktora yapmaya yurtdışına yollar. Bu kişilerin başvurabilecekleri programlar önceden bellidir; falanca alanda ABD’deki ilk 20 üniversite gibi.

İkinci yapılması gereken şu ve bir an önce bunu yapmak gerekiyor: Yurtiçinde doktora programı açabilecek üniversite sayısını sınırlamak. Doktora açabilecek bölümler için ölçütler getirmek. Getirilen ve yüksek olması gereken çıtalar aşılmadıkça da doktora programları açılmasını engellemek ve mevcut programları kapatmak. Bunun bir yolu, bu dizinin ikinci yazısında belirttiğim ayrımı yapmaktan geçiyor: Üniversiteleri ‘araştırma’ üniversiteleri ve ‘diğerleri’ olarak ayırmak yararlı olacak. ‘Diğerleri’nin doktora programları olmamalı, lisans düzeyinde çok iyi eğitim vermeyi hedeflemeliler.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler-3

Prof. Dr. FATİH ÖZATAY
Radikal, 18.06.2011

Son iki cumartesi ele aldığım sorunlar ile öğretim üyelerinin bir dönemde verdikleri ders sayısı arasında ilişki var. Araştırma üniversitesi niteliğindeki bir üniversitede genellikle yılda dört ders yükü oluyor öğretim üyelerinin. Öğretim üyesinin gösterdiği araştırma performansına, kimi zaman da bölümdeki koşullara bağlı olarak bu sihirli dört sayısı değişebiliyor; üçe inebiliyor ya da beşe, bazen de altıya çıkabiliyor.

Yılda iki akademik dönem olduğunu düşünürsek, bu her dönem başına 2 ders anlamına geliyor. Dolayısıyla, haftada bir öğretim üyesi yaklaşık 8 saat derse giriyor. Bunun dışında kalan zamanını kendini geliştirmeye, araştırma yapmaya, tez yapan öğrencileriyle ilgilenmeye, konferans vermeye, sınav ve ödev kâğıtlarını okumaya ve benzeri faaliyetlere ayırıyor.

30-40 saat ders
Oysa Türkiye’de azımsanmayacak sayıda üniversitede haftada 30-40 saat arasında ders veren ya da ders verdiği görünen öğretim üyesi var. Çoğu üniversitede normal lisans programlarının yanı sıra ikinci öğretim yapılıyor. Bu akşam programları sadece lisans düzeyinde değil master düzeyinde de olabiliyor. Üstelik bazı programlar çok kalabalık. Bu çok sayıda ders, çok sayıda sınav kâğıdı okumak anlamına geliyor. Doçentlik sınavlarında kimi adaylar yeterli çalışma yapmamalarının bir nedeni olarak çok sayıda ders vermek zorunda kalmalarını gösteriyorlar. Kimi zaman bu bir bahane olarak kullanılsa da genellikle gerçeği yansıtıyor. Bir önceki yazımda üniversiteleri, araştırma ve eğitim üniversiteleri olarak ikiye ayırmanın yararlı olabileceğini belirtmiştim. Araştırma üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yıllık ders yükünün normal koşullarda dördü geçmemesi gerekiyor. Eğitim üniversitelerinde bu sayı daha yüksek olabilir. Ama açık ki haftada 30-40 saat ders, inanılmaz bir ders yükü; üniversiteyi üniversite olmaktan çıkarıyor. Bu yükü üzerine alan bir öğretim üyesinin kendini geliştirmek üzere alanındaki yeni gelişmeleri izleyecek zamanı bulamayacağı ortada.

Bu olgunun arkasında iki temel neden var: Birincisi, öğretim üyelerinin aldıkları ücretler düşük. Akşam yapılan ikinci öğretimlerde verilen dersler için öğretim üyeleri ek ücret alıyorlar ve bu ücret, normal ücretleri ile karşılaştırıldığında onlar için önemli olabiliyor. İkincisi, bazı bölümlerde çok az sayıda öğretim üyesi var. Buna rağmen master programı açıp, üstüne ikinci öğretim de yapabiliyorlar. Bu nedenin, şüphesiz birinci neden ile ilgisi var. Ama bazen de üniversite idaresinin baskısı sonucu ortaya çıkabiliyor.

Sözünü ettiğim ücret-ders sayısı-kendini geliştirememe-eğitimin kalitesinin düşmesi-nitelikli araştırma yapılamaması sorununa bir de şöyle bakmak gerekiyor. Bu üniversitelere girmek için çok sayıda lise öğrencisi her gün dershanelere koşturuyor. Sabah-akşam test çözüyorlar. Çok gergin aylar geçirip hayatlarının en güzel dönemlerinden birinde onları geliştirici hiçbir sosyal faaliyette bulunamıyorlar. Aileleri hem maddi olarak zorlanıyor hem aynı gergin dönemi onlar da yaşıyorlar.

Durup sakin bir şekilde düşünün; çok ama çok garip bir durum değil mi? Şu daha da garip: Bu durumu oluşturan kurumsal yapı gökten inmedi, biz oluşturduk. Bir türlü de içinden çıkamıyoruz.

14 Haziran 2011 Salı

BİLİMSEL YOLSUZLUK KAPSAMINDA ÜNİVERİSETELERİMİZDE BİLİMSEL HIRSIZLIKLAR

Prof. Dr. RIDVAN KARLUK

Geçen hafta Nevşehir’de yapılan Kurumsal Yönetim, Yolsuzluk, Etik ve Sosyal Sorumluluk Konferansına “Üniversitelerde Etik İhlalleri, Bilimsel Yolsuzluklar ve Sonuçları” başlıklı bir bildiri sundum.

Büyük ilgi gören bildirimden çok kısa bir özeti bu hafta sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü, üniversitelerimizde etik ihlalleri giderek artmaktadır. Maalesef bazı üniversitelerimiz bu çok önemli konu üzerinde gereğince durmamaktadırlar.

Türkçede “hırsızlık” ile “bilimsel hırsızlık” (intihal-plagiarism) kavramları sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır.  Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğünde hırsızlık, “çalma, çalma suçu, sirkat” olarak tanımlanmıştır. Hırsızlık  etmek ( veya yapmak), “başkalarının parasını veya malını çalmak” anlamındadır.

İntihal diğer bir deyişle bilimsel hırsızlık ise, bilim insanının yazdığı eserde başka bir bilim insanının yazdığı eserden aldığı görüşleri eserinde kendi görüşleriymiş gibi sunması ve bunları farklı bir kişinin yazdığı eserden  aldığını belirtmemesidir.

Başkalarına ait görüşler alıntı yapılırken, yeni cümlelerle ifade edilseler bile kaynak gösterilmelidir.

YÖK Yönetici, Öğretim Üye ve Yardımcıları Disiplin Yönetmeliği’nin (1998 yılında getirilen değişiklikte yer alan) Madde 11/a-3 paragrafında intihal fiili, “Bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek” olarak belirlenmiştir.

TÜBA üyeleri Prof. Dr. Emin Kansu ve Prof. Dr. Şevket Ruacan  bilimsel yolsuzluk olan intihali şöyle tanımlamaktadırlar: “Üniversitelerde  başkalarının çalışmalarını (sözlü olarak, yazılı olarak ya da resim, müzik gibi diğer araçlarla ortaya konan görüş, öneri, bilgi, grafik, bilgisayar programı, sanat eseri vb. ürünlerini) kaynaklarını açık olarak belirtmeksizin ya da kasıtlı olarak değiştirerek kullanmaya, bilimsel aşırma- bilimsel hırsızlık (plagiarism) denmektedir.”

YÖK Yönetici, Öğretim Üye ve Yardımcıları Disiplin Yönetmeliği’ne göre intihal suçunun cezası, üniversite öğretim mesleğinden çıkarmadır. Bu Yönetmeliğin dışında  Fikir Sanat Eserleri Kanunu’nda da düzenleme yapılmıştır.

3 Haziran 2005 tarihinde yapılan YÖK Genel Kurulu’nda, Disiplin Yönetmeliğinin zamanaşımı ilgili maddesinde yer alan, “Disiplin cezasını gerektiren fiil ve hallerin işlendiği tarihten itibaren nihayet iki yıl içerisinde disiplin cezası verilmediği takdirde ceza verme yetkisi zamanaşımına uğrar” hükmü kaldırılmıştır.

Etik (ethics) sözcüğü, Yunanca’da gelenek görenek anlamındaki “ethos” sözcüğünden gelir. Etik neyin doğru ya da yanlış olduğunu ortaya koyan ilkeler topluluğudur. Diğer bir deyişle etik, doğru ve yanlış davranışlara ilişkin kavramlar geliştiren, bu kavramları savunan ve bunların kullanımını öneren felsefe dalıdır. 

Bilim etiği ise, bilimsel etkinliklerin yürütülmesi sırasında ortaya çıkan değer sorunları ile bunlara getirilen çözüm önerilerinin tartışıldığı alan olup, bilimsel çalışmalarda bulunanlara, bu çalışmalar sırasında uymaları gereken ilkeleri gösterir. 

Bilimsel çalışmaların yayımlanma aşamasında, bilgi ve deneyim eksikliği, özensizlik ve ihmal gibi nedenlerle ya da kasıtlı olarak bu ilkelere uyulmaması bir etik ihlalidir. Bilimsel hırsızlık, bir çeşit etik ihlalidir. 

Maddi anlamdaki hırsızlıktan daha tehlikelidir. 

İntihal olayları Türkiye’de bilimin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Türkiye’de bilim insanımızın çoğu intihal ile karşılaştıklarında, korkup çekinirler. Yasal haklarının da farkında değildirler. Bu durum bilim hırsızlarını cesaretlendirmekte ve eylemelerini hiç korkmadan gerçekleştirmelerine imkan sağlamaktadır.

TÜBA 11 Eylül 2007 tarihinde bir basın bülteni yayınlayarak tüm öğretim üyelerine Bilim Etiği Çağrısı’nda bulunmuştur. TÜBA´nın çağrısındaki şu iki cümle çok önemlidir: "İçinde çalıştığımız kurumlar uyguladıkları bilim ve bilim etiği eğitimi, aldıkları önlemler ve oluşturdukları çalışma disiplini ile tüm mensuplarının bilimsel çalışmalarının etik ilkelere uygun olmasını sağlayacak ortamları yaratmaktan sorumludurlar. Etik dışı davranışlar için belirlenen cezaların titizlikle uygulanması gerekir.”

Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, bilimsel intihal yapan bir öğretim üyesinin öğrencinin karşısına çıkmaması gerektiğini belirtmektedir. Prof. Dr. Teziç bu konuda şu gerçeğe dikkati çekmektedir: "Ona hocalık görevi yaptırılmamalıdır. Artık o kişinin bir daha üniversitede kürsüye çıkıp öğrencilere ders verir aşamada olmaması ve hocalık kisvesi içinde üniversitede bulunmaması gerekir."

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, 27 Mayıs 2010 tarihinde basına yansıyan demecinde intihal iddialarında artış olduğunu belirterek, ´´İntihal iddialarında artış var. Herkes birbirinin intihal yaptığını iddia ediyor, ihbar ediyor. Bu dosyalara bakıyoruz. Elimizde bu konuyla ilgili 80-90 dosya bulunuyor´´ derken, intihalci hocalara gereken cezanın neden verilemediğini açıklamamıştır.

Anadolu Ajansı 22 Şubat 2011 tarihinde, Türkiye’de intihal ile suçlanan bazı öğretim üyelerine örnek olacak bir haber yayınlamıştır: “Doktorasında intihalle suçlanan Almanya Federal Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg, doktora tezini tamamladığı Bayreuth Üniversitesi´nden akademik unvanının geri alınmasını istedi.”

Alman Bakan’ın doktora tezinde bilimsel hırsızlık yapıp yapmadığı henüz oluşturulan bir bilimsel kurul tarafından tespit edilmemesine rağmen doktor unvanını ortaya çıkan iddialar karşısında kullanmayacağını belirtmesi, onurlu bir davranıştır.

Fakat aynı onurlu davranışın Türkiye’de görülmesi mümkün değildir. Metin Münir bu durumu şöyle tespit etmiştir: “Çünkü bizde intihal akademik hayatın doğal bir parçası sayılır. Çocuğun ağlaması veya futbolcunun tükürmesi gibi. İntihal yapanın, ender haller dışında, akademik unvanı geri alınmaz.”

Prof. Dr. Mülazım Yıldırım, Bilimadamı Olmak Ya Da Ol(A)Mamak başlıklı yazısında şu tespiti yapmaktadır:"...adlarının başına sadece doçent, profesör niteleme sıfatlarının getirilmesi, kişinin bilim adamı olduğu anlamına gelmez. Daha açık bir ifade ile kişinin bilimle uğraşması, bilim adamı vasfını kazandırmaz. Bilim adamı olmanın temelinde dürüstlük, doğrulardan sapmama, gerçekleri ortaya koyma gibi başka özellikler de vardır...”

TÜBA’nın yayınladığı Bilimsel Araştırmada Etik ve Sorunları isimli çalışmada şöyle denmektedir: “Eğer bir bilim insanı bilim etiğine ters bir davranış olayına tanık olmuşsa veya saptamışsa eyleme geçmek zorundadır.”  

Türkiye’de temiz bir bilim dünyası için üniversitelerimizde bilimsel yolsuzluklardan  arındırılmış eserler üreten öğretim üyelerinin sayısı artmalıdır. Bunun için etik ihlallerinin üzerine gedilmeli, intihal yapan öğretim üyeleri yüksek öğretim sisteminin dışına çıkarılmalıdır. 

Üniversitelerimizin toplum nezdinde itibarlarının düşmemesi ve saygınlıklarını yitirmemeleri için içlerindeki “çürük elmaları” ayıklamaları gerekir. Çünkü sepetteki bir çürük elma, bir süre sonra tüm elmaların da çürümesine yol açar. 

Başkalarının ürettiklerini çalarak yapılan yayınlar ile hiçbir zaman bir yerlere gelinemeyeceğinin tüm kesimlerce bilinmesinde sonsuz yarar vardır.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler-2

Prof. Dr. FATİH ÖZATAY
Radikal, 11.06.2011

Akademik dünyadaki olumsuz özendirme mekanizmalarını ve bu mekanizmaların doğurdukları garip sonuçları ele almaya doçentlik sınavları ile başlamıştım. Doçent adaylarına ilişkin iki saptamam var. Birincisi, doçentlik adaylarının çalışmaları arasında çok büyük nitelik farklılıkları var. Bu doğal bir durum değil. İkinci saptama da sevimsiz: Bazı adaylar ders verdikleri alanlarda yazılan ileri düzeylerdeki çalışmalardan haberdar değiller. O ders ile ilgili dünyada genel kabul görmüş ve dolayısıyla her yerde okutulan kitapların bırakın içeriklerini, isimlerini bile bilmeyebiliyorlar. Jüri üyelerine ilişkin de temel bir sorun var: Bazı jüri üyeleri adayın uzmanlık alanı ile ilgisiz sorular sorabiliyorlar. 
 

Bazı çalışmalar yapılmamalıydı
Peki, doçentlik sınavına ilişkin yazılı kurallar ile teamülleri, farklı bir ifadeyle kurumsal yapıyı nasıl değiştirelim ki bu sorunları en aza indirelim? Bu soruyu yanıtlayabilmek için sözünü ettiğim sorunların nasıl olup da ortaya çıktıklarına bakmak gerekiyor. Mevcut kurumsal yapı nasıl bir özendirme mekanizması yaratıyor ki bu sorunları sık sık gözlüyoruz?

Önce adayların çalışmalarındaki nitelik farkına bakayım. Bu fark, elbette bir dereceye kadar normal. Yetenekler farklı, alınan eğitimler farklı. Sorun olarak nitelediğim nitelik farkı, özellikle bazı çalışmaların hiç yapılmasalardı ülkeye daha fazla katkı yapacak olmaları ile ilgili. O çalışmaların basıldıkları kâğıtlar boşa harcanmamış olacaktı, ağaçlar boşuna kesilmeyecekti, o çalışmaları değerlendirmek zorunda olanların vakti boşa gitmeyecekti gibi. Elbette bu sorunu en aza indirmenin temel yolu, üniversiteye yeni alınan öğretim üyelerinin eğitim düzeylerinin yüksek olması.

Unvan bir şey ifade etmiyor
Ne yazık ki elde tutulan doktora dereceleri eğitimin yüksek olduğu anlamına gelmiyor. Çoğu durumda ise bu unvanlar hiçbir şey ifade etmiyor. Bu, daha sonra ele alacağım çok büyük bir sorun ile ilgili: Doktora eğitimleri çoğu zaman kalitesiz, bazen de çok kalitesiz. Sadece Türkiye’deki çoğu doktora programı için geçerli değil söylediklerim; yurtdışındaki kimi programlar için de geçerli.

Bu durumda her bilim dalı için bir doktora programı listesi düşünülebilir. Üniversiteye öğretim üyesi alınırken bir puanlama yapılacaksa, o listedeki programların mezunları yüksek puan alabilirler. Diğer programların mezunları ise ancak başka ölçütler açısından üstün başarılı iseler öğretim üyesi olabilirler. Elbette başka çözümler de olabilir; ileride tekrar döneceğim için şimdilik bu kadar yeter.

Alınan öğretim üyesinin kalitesi sorununu halletmek kolay değil. Halledilse bile, bazı öğretim üyeleri araştırma yapmaktan ve bu araştırmalarının sonuçlarını yayımlamaktan hoşlanmayabilirler. Onlar öğrencilere iyi eğitim vermekle yetinmek isteyebilirler. Bu makul bir istek; bu öğretim üyelerinin doçentliğe yükseltilmelerini falanca sayıda ve nitelikte çalışma kıstasına bağlamamak gerekiyor bu durumda.

Bunun yolu belki de üniversiteleri kabaca iki gruba ayırmaktan geçiyor: Araştırma üniversiteleri ve diğerleri. Diğerleri çok iyi eğitim vermeyi hedeflemeliler. Bu eğitim en fazla master düzeyinde olmalı; bu üniversiteler doktora programı açmamalılar. Böyle bir ayrım anlamlı geliyorsa doçentlik sınavları da farklı olur. Araştırma üniversitelerindeki doçent adaylarından nitelikli çalışmalar yapmaları beklenir. Şu andaki eşik nitelik ve nicelik değerlerini oldukça yukarıya çekmek gerekir bu durumda.Diğer üniversitelerdeki adayların ise en azından kendi uzmanlık alanlarında son gelişmeleri izlemeleri ve eğitim faaliyetlerinde kullanmaları beklenir.

Böyle bir düzenlemenin girişte değindiğim ilk iki sorunu çözebilmesi için bir başka düzenlemeye daha gereksinim var. Öğretim üyeleri bir dönemde kaç saat ders verecekler? Bu soru garip gelmesin; çok ilginç örnekler var Türkiye’de. Sürdüreceğim.

Araştırma üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yıllık ders yükünün normal koşullarda dördü geçmemesi gerekiyor.

Üniversiteleri 'araştırma' üniversiteleri ve 'diğerleri' olarak ayırmak yararlı olacak.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler

Radikal, 04.06.2011

Akademik dünyadaki olumsuz özendirme mekanizmalarını ve bunların doğurduğu garip sonuçları ele alacağımı söylemiş, ama bu konu hakkında bir şeyler karalamayı ertelemiştim. Bu erteleme riskliydi: Bu köşeyi izleyenler açısından akademik hayata ilişkin önemli çözümlemelerin yer alacağı bir dizi yazı beklentisi doğurmuş olabilirdi. Böyle bir beklenti haklı olmaz.

Bendeniz eğitim uzmanı değilim. Üniversite eğitimi üzerinde araştırmalarım falan yok. Sadece üniversite öğretim üyesiyim. Bu kimliğimle çeşitli üniversitelere davet ediliyor ve konferanslar veriyorum. Başka öğretim üyeleri ile görüş alışverişinde bulunuyorum. Doçentlik sınavlarında jüri üyeliği yapıyorum. Ayrıca bazı bilimsel dergilere yollanan akademik çalışmalar hakkında görüşlerim isteniyor. Yazacaklarım bu faaliyetlerden elde ettiğim deneyim ile ilgili. Dolayısıyla, iddialı falan değilim. Dilerseniz, anekdot düzeyinde bazı karalamalar da diyebiliriz yazacaklarıma.

Bugün ‘bu âlemde sevmediğim işler’ listesinin -ki çok şükür çok kısa bir liste bu, en başında yer alan doçentlik sınavlarında jüri üyeliği görevi üzerine birkaç noktaya değinmek istiyorum. Doçentlik sınavının bir jüri üyesi için iki aşaması var. İlkinde, jürisinde yer aldığınız adayın akademik çalışmalarının yer aldığı dosyayı inceliyor ve bir rapor yazıyorsunuz. Bu rapor Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı’na yollandıktan bir süre sonra sözlü sınavın yapılacağı üniversitede belli bir gün ve saatte bulunmanız isteniyor. O üniversite hangi şehirde ise o tarihte orada olmakla yükümlüsünüz. Buraya kadar gariplik yok.

Çalışmalardan habersizler
Gelen dosyalardaki çalışmalar kalite açısından inanılmaz ölçüde farklılar. Elbette kalite ‘tektip’ olmaz, ama bu kadar da farklı düzeylerde çalışmalar olabilir mi diye okuyana sık sık sordurtuyor bu dosyalar. İlk saptama dolayısıyla şu: Doçentlik adaylarının çalışmaları arasında çok ama çok büyük nitelik farklılıkları var. Bu doğal bir durum değil. Sonuçta doçent adayı olan öğretim üyelerinden söz ediyorum. Bu genç arkadaşlar derslere giriyorlar, üstelik girdikleri derslerin bir kısmı master ve doktora dersleri; yani geleceğin olası öğretim üyelerinin yetiştirilmesinde rol oynuyorlar. Bu olgu, bu adayların yer aldıkları bölümlerin kalitesi hakkında soru işaretleri doğuruyor insanda. Şöyle olsa belki bir dereceye kadar kabul edilebilir olacak bu: Aday araştırmacı değildir, sadece eğitmendir. Alanındaki gelişmeleri izlemekte ve öğrencilerine aktarmaktadır.

Onların o alandaki sorunlar üzerine düşünmelerini sağlamaktadır. Uzatmayayım; kısacası iyi bir öğretmendir. Ancak mevcut yapı, doçent olabilmesi için, bu adayı alelacele bir şeyler karalayıp orada burada bu tür çalışmaları yayımlamak için basılan dergilere göndermeye zorlamıştır. Yaptığı çalışmalardan kendisi de hoşnut değildir, ama başka çaresi yoktur; o sadece iyi bir öğretmen olmak isterken karşısına doçent olmak istiyorsan illa ki ‘şu kadar’ çalışma yapman gerekir diyen yönetmelik çıkmıştır.

Bazı adaylar için ne yazık ki durum böyle de olmuyor. Bu da ikinci sevimsiz saptamaya yol açıyor; şu: Bazı adaylar ders verdikleri alanlarda yazılan ileri düzeylerdeki çalışmalardan haberdar değiller. Üstelik adayın verdiği ders bir master-doktora dersi ‘düzeyinde’ olabiliyor, ama aday o ders ile ilgili dünyada genel kabul görmüş ve dolayısıyla her yerde okutulan kitapların bırakın içeriklerini, isimlerini bile bilmeyebiliyor. O alanlardaki son makalelerin sözünü bile etmiyorum.

Masanın öbür tarafı da sorunlu. Jüriden söz ediyorum. Buradaki temel sorunlardan biri, bazı jüri üyelerinin adayın uzmanlık alanı ile ilgisiz sorular sorabilmeleri. Hatta bu iş ‘bazen aklına geleni soruyor’ raddesine varıyor. O sorular jürideki diğer üyelere sorulsa, bir kısmı muhtemelen yanıt veremeyecekler. En azından benim o duyguya kapıldığım jüri sayısı az olmadı. O hocanın o huyunu başka adayların daha önceki deneyimlerinden bilen kimi adaylar, o hocanın belki de yıllar önce yazıp çizdiklerine bakıyorlar. Elbette o yazılanlar çizilenler kendi uzmanlık alanları ile ilgili olmadığından, o stresli sınav öncesinde öğrendikleri yerli yerine oturmuyor; sıklıkla ezber düzeyinde yanıtlar alınabiliyor sorulara. Şimdilik bu kadar iç karartma yeter. Gelecek sayıda devam edeceğim.

Bazı çalışmalar hiç yapılmasalardı, basıldıkları kâğıtlar boşa harcanmamış olacaktı, ağaçlar boşuna kesilmeyecekti.
Araştırma üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yıllık ders yükünün normal koşullarda dördü geçmemesi gerekiyor.
Üniversiteleri 'araştırma' üniversiteleri ve 'diğerleri' olarak ayırmak yararlı olacak.  

ETİKETLER

A. Murat Eren (4) A. Rasim Küçükusta (1) Abbas Güçlü (3) Abdullah Elinç (1) Alper Hançerlioğlu (2) anayasa.gen.tr (1) Anayurt (1) Ayşe Durakbaşa (1) BASIN AÇIKLAMASI (1) Baybars Külebi (2) Bianet (1) Bilim Akademisi (1) BİLİM VE GELECEK (2) BİRGÜN (3) BİRGÜN - Bilim (1) BirGün - kiTaP (5) Burhanettin Kaya (1) Celal Şengör (2) Cumhuriyet (1) Cumhuriyet Bilim Teknoloji (11) Cumhuriyet Pazar (1) Dilek Kurban (1) Dilek Özcengiz (1) Doğan Kuban (1) Ege Üniversitesi (1) Eğitim-Sen (1) Emel Karakılıç (1) Emrah Göker (3) Emre Sevinç (1) Ercan Gündoğan (1) Ersin Yurtsever (1) Esra Açıkgöz (1) Evrensel (2) Fatih Özatay (4) Fatma Müge Göçek (1) Feride Acar (3) Gazete HABERTÜRK (2) GAZETTA (1) Genç Kale'm (1) GIT Türkiye (1) Gökhan Çetinsaya (1) Gündüz Vassaf (2) Haldun Güner (2) Hasan Yazıcı (1) HBT (1) Hürriyet (1) İbrahim Öztürk (1) İletişim (1) İrfan O. Hatipoğlu (2) İsmail Hakkı Aydın (2) İzzettin Önder (1) Kayhan Kantarlı (4) KEMAL GÖZLER (1) Levent Kurnaz (1) Levent Sevgi (2) Medimagazin (5) Mesut PARLAK (1) Mesut Yeğen (7) Metin Balcı (1) Milliyet (3) Murat Bardakçı (2) Murat Kılıç (1) Oğuzhan Gürlü (1) Orhan Bursalı (3) ÖSYM (3) Özgür Müftüoğlu (1) Özkan Eroğlu (1) RADİKAL (9) RADİKAL 2 (2) RedHack (2) Rıdvan Karluk (4) Sakarya Gazetesi (4) sarkac.org (1) soL- Bilim (1) Sözcü (1) StarAçıkGörüş (1) Şahin Akıncı (1) Şükran Gölbaşı (1) T24 (1) Tahir Hatipoğlu (1) Tahsin Yeşildere (1) Taraf (3) Togan Kafesoğlu (2) Ümit İzmen (1) YÖK (3) Zaman (3)

NEDEN ?

NEDEN ?
ENGELLERİ AŞIYORUZ => https://plagiarism-turkish.blogspot.com/

BİLİM AKADEMİSİ RAPORU - Temmuz 2016

Şu sıra TBMM gündeminde olan 2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporunu okumak için lütfen tıklayın